” Oppenheimer ve başkaları tarafından çağrılırdık. Oppenheimer, herkesin problemi ile ilgilenirdi. Tüberküloz olan eşimin durumu ve gideceğimiz yerde hastane olup olmadığı onu endişelendirmişti. Bu onunla ilk kişisel karşılaşmam idi. O, harika bir adamdı. ” –Richard-philip-feynman
1904’te New York’ta doğdu. 1922’de kimyacı olmak için Harvard Üniversitesi’ne girdi; kısa süre sonra fiziğe geçti. Yüksek okulda Bob diye çağrılırdı; Harvard’da Robert oldu. Burada teori ve deney karışımı kurslara devam etti. 1925’te İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’nin Christ College’e kabul edildi ve orada zamanın en büyük denel fizikçisi Sir Ernest Rutherford’a (1871-1937) takdim edildi. “Fakat Rutherford beni almadı. Belgelerimi ve yaklaşımımı yeterli bulmadı.”
Bunun üzerine başka ünlü bir fizikçi J.J. Thomson’ın (1856-1940, Fizik Nobel 1906) yönettiği Cavendish Laboratuvarı’nda çalışmaya başladı. Bilindiği gibi Thomson, elektronu keşfeden bilimciydi. Eylül 1926’ya kadar burada çalıştı; bu arada “Teorik seminerlere katıldım ve sonra ciddi olarak çağdaş gazete ve dergileri okumaya başladım… Kelimenin tam anlamıyla hala bir öğrenciydim.”
İşte bu sırada Heisenberg’in 25 Temmuz Alman dergisi Zeitschrift für Physik dergisindeki kuantum mekaniğiyle ilgili bildirisiyle karşılaştı. Bu makale teorik fizikte yeni bir çağın doğuşunu ve yüzyılın ilk çeyreğinde insanları bezdiren kuantum paradokslarının sonunu işaret ediyordu. “ Avrupaya gidene kadar kuantum mekaniği hakkında bir şey öğrenmedim. … İlgi duymadığımı hatırlıyorum. … Sanıyorum elektronların ne yaptığı ile ilgileniyordum. …Dalgalarla olaylar arasındaki gevşek bağlantıyı sevmedim.” Robert, Cambridge’de teorik fiziğin liderleriyle tanıştı. “Rutherford, beni Bohr’la tanıştırdı, Bohr, ne üzerinde çalıştığımı sordu. Ona anlattım ve nasıl gittiğini sordu. Güçlükler içinde olduğumu söyledim. Bu güçlükler matematiksel mi, fiziksel mi diye sordu. Bilmiyorum deyince Bu kötü dedi.” Orda karşılaştığı öteki insanlar, başka bir Cambridge öğrencisi, kendisinden iki yaş büyük Paul Dirac (1902-1984), o kuantum mekaniği ilkeleriyle ilgili makalesini yeni tamamlamıştı (“ He was not easily understood, not concerned with being understood, I thought he was absolutely grand”); James Chadwick (1891-1974), Ralph Fowler (1889-1944), Paul Ehrenfest (1880-1933), (“o olağanüstü sıcak ve arkadaş canlısıydı”); George Uhlenbeck (1900-1988: Max Born (1882-1970), Göttingen teori grubunun lideri; bunların hepsi yeni mekaniğin analizinde çalışan etkin beyinlerdi.
Orada çok önemli makalelere imza attı. Bunların çoğu kuantum kuramı ile ilgiliydi. İlk makalesi moleküllerin spektrumuyla ilgiliydi. İkinci makale hidrojen atomundaki enerji geçişleriyle ilgiliydi. Bu çalışmalar sonucu Born, onu Göttingen’e çağırdı. Eylül 1926’dan 1927 yaz aylarına kadar Max Born’un (1882-1970, Fizik Nobel 1954) altında Göttingen Üniversitesi’nde eğitim gördü ve 22 yaşında Ph.D (doktora) derecesini kazandı. Born, Oppenheimer için şöyle demişti: ” O, büyük bir yetenekti ve
zorlukları aşmanın ve sıkıntıların üstesinden gelmenin üstün bir yolunu bilinçle bulurdu. Benim kuantum mekaniği ile düzenli seminerlerimden birinde, konuşmacının sözünü kesti, tebeşiri eline aldı, karatahtaya gitti ve “bu daha iyi yapılabilir” diye açıklamada bulundu. Yine bir keresinde bir makaleyi ona verdim ve hesapları incelemesini istedim. Makaleyi geri getirdi, “Hiçbir hata bulamadım; bütün bunları tek başınıza mı yaptınız?” diye sordu. Edward Condon (1902-1974) başka bir Amerikalı genç fizikçiydi Goettingen’e gelen. Condon, şöyle demişti: “ O sorunlar karşısında çok hızlı ve zekice tetiği çekerdi; bu da başka kişiler için dezavantaj oluştururdu. Ve o her zaman haklı olurdu veya yeterince haklı olurdu.”
Cavendish’teki kısa zaman diliminde Oppenheimer, pek mutlu olmadı. Yeni mekaniğin kurucusu olan Heisenberg, Dirac ve Pauli, Oppenheimer’dan yalnızca iki ya da dört yaş büyüktüler.
Temmuz 1927 ortasında matematiksel fizikçi olarak Harvard’a döndü. 1928 başında California Teknoloji Enstitüsü’ne (Caltech) geçti. Onu izleyen 13 yıl boyunca California Üniversitesi (Berkeley’de) ile Caltech (Pasadena’da) arasında gidip geldi ve bir çok öğrenci yetiştirdi. 1931’de associate profesör, 1936’da iki yerde de tam profesörlük ünvanını aldı. Yetkin bir öğretmen ve teorisyen olarak ün yapmıştı. Kara deliklerin varlığına ilişkin inandırıcı gerekçeler sunan ilk kişilerden biriydi. Robert Oppenheimer ve öğrencisi George Volkoff, 1939’da California Teknoloji Enstitüsü teorisyenlerinden Richard Tolman’dan da biraz yardım alarak, yoğun yıldızların yaşı konusunda, özellikle beyaz cücelere benzeyen “nötron yıldızları” konusunda matematiksel bir teori geliştirdiler. Çöken bir yıldızın beyaz cüceye ya da nötron yıldızına dönüşmesinde bir kütle sınırı bulunduğunu belirlediler. Oppenheimer, yine 1939’da bu sefer öğrencisi Hartland Snyder ile birlikte yazdığı bir makalede, matematik dışında açıkça belirtmese de, büyük bir yıldızın kütle çekimi açısından inanılmaz bir çökme sonucunda inanılmaz bir yoğunluğa ulaşarak çevresindeki her şeyi, ışığı bile yutabileceğini ifade etti.
Daha sonra teorik bölümün lideri olarak Los Alamos’a (atom bombası yapan laboratuvar) giden Hans Bethe, Oppenheimer’in çok yönlülüğünü şöyle dile getirir:“Konuları seçmedeki yaklaşımından da anlaşılacağı üzere, önemli problemlerin ne olduğunu her zaman bilirdi. Sahiden bu problemlerle birlikte yaşar, bir çözüme varmak için didinir ve kafasına takılan noktaları grubuna aktarırdı. … Her şeye ilgi duyan biriydi. Bir öğleden sonra kuantum elektrodinamiğini, kozmik ışınları, elektron çifti üretimini ve nükleer fiziği tartışabilirdi.”
Manhattan Projesi, zincir tepkimesini bombaya dönüştürme projesinin, yani atom bombasını üretme projesinin adıydı. Enrico Fermi’nin Aralık 1942’de nükleer reaktörü başarıyla çalıştırmasının ardından büyük girişim başladı: Manhattan Projesi, 1943’te kararlı bir biçimde başladı. Projenin başına 46 yaşındaki Albay Leslie Groves’i getirildi. Groves, deneyimli bir mühendisti; kilolu ve uzun boylu (1.80 m), diktatör tavırlı, antikomünist bir askerdi. Groves, albaylıktan tuğgenarelliğe yükseltildi ve projeyi ilerletmek için hemen hemen sınırsız bir yetki verildi. Groves, New York City’de Manhattan Adası’ndaki bürosunun yerleşim yerini anımsatarak, kasten yanıltıcı bir ad, Manhattan Projesi adını verdi. Proje, New Mexico’da, yüksek kayalık, yanları dik, büyük bir plato (yayla) üzerinde, Los Alamos’ta başlatıldı.
General Groves, Oppenheimer’ı Keşfediyor!
Keşif yapmanın yalnızca bilim adamlarının tekelinde olmadığının en iyi örneklerinden biri Los Alamos projesinin başındaki askerin keşfidir. Onu sanırım askerler keşfetmiştir. Keşfin önemi sonrasında görülür. Groves, Oppenheimer’ı keşfeder!
Evet, bir asker Oppenheimer gibi bir dehanın keşfini yapmıştır. Aslında o dönem Amerikası için iki taraf için de uzlaşma kolay değil; ama uzlaşma oluyor. Bu adam, güvenlik dosyasında solcu örgütlere bağışlar yapmış ve yakınları (eski nişanlısı, karısı, erkek kardeşi ve baldızı) komünist partisi üyesi olan Oppenheimer’i FBI ve Savaş Bakanlığı’nın karşı çıkışlarına rağmen projenin bilim ekibi başkanı olarak işe aldı.
Neden Oppenheimer? Gerçi Berkeley’de mükemmel bir fizik bölümü kurmuştu; ama Nobel ödüllü bile değildi. Onda özel olan neydi? General Groves, kendisine zaman kazandıracak bilgeliği, ataklığı ve önderliği onun şahsında yakalamıştı.
General Groves, daha sonra bunu “O bir dahidir” diye açıkladı,”gerçek bir dahi.” Groves, savaştan sonraki bir röportajında şöyle dedi:“Gerçek bir dahi. Lawrence [siklotronun babası] çok zeki olmakla birlikte bir dahi değildir, yalnızca çalışkan bir işçidir. Şu Oppenheimer var ya her şeyden çakar o. Ortaya atacağın her konuda söyleyecek laf bulur. Ha, dur bakalım. Sanırım, çakmadığı bir şey var. Spordan hiçbir şey anlamaz.”
Los Alamos, 1944 yılında dünyanın en zengin olanaklarına sahip laboratuvarıydı. H.A.Bethe, R.R. Wilson, E.Segre, E.Teller, R.Peierls, E.Fermi; N.Bohr, burada aylarca kaldı. J.Chadwick, laboratuvardaki İngiliz delegasyonunu yönetiyordu. Bu bilimcileri ağırlamak için bir köy kuruldu.
Mide Bulanıyor!
Japonlar teslim olur olmaz Oppenheimer, General Groves’e hemen üniversiteye dönmek istediğini bildirdi. Bu, o projelerde çalışan insanların sivil yaşama dönme isteğiydi. Groves, istemeye istemeye bu istifayı kabul etti; ama Oppenheimer gitmeden önce Groves, 16 Ekim 1945’te yapılan bir törenle Los Alamos Laboratuvarı’na, ordunun bir şükran plaketini sundu. Oppenheimer, bu törende yaratılmasına önder olduğu bombanın yaratacağı sorunlara dikkat çeken veciz bir konuşma yaptı:
“Dünyanın silah depolarına ya da savaşmaya hazırlanan ulusların silah depolarına atom bombaları eklenirse, o zaman insanoğlu Los Alamos ve Hiroşima’nın adını lanetle anar hale gelecek. Dünya halkları birleşmek ya da ölmek zorunda. Bu sözcükleri yeryüzünün bunca çok kısmını harabeden bu savaş yazdırıyor. Atom bombası insanların tümü için bunları ifade ediyor.”
Yaşamının bundan sonraki bölümünde Oppenheimer, insanoğlunun kendisini koruması için, birbirine kenetlenmiş bir dünya yönetim sistemi görüşünü savunmuştur.
16 Ekim 1945’te General Groves, Savaş Sekreterliğinden gelen minnettarlık belgesini Oppenheimer’e sundu. Oppenheimer, İngilizcenin zarif kullanımıyla bir baş yapıt olan kısa bir konuşma yaptı:
“Bu teşekkür ve minnettarlık belgesini sizden almayı kabul ettim Los Alamos Laboratuvarı için, onu çalışmalarıyla ve yürekleriyle var eden kadınlar ve erkekler için. Bu doküman bizim için gelecek yıllara gururla bakabileceğimiz umudumuzdur. Bugün bu gurur derin endişelerle sertleştirildi. Eğer günümüzün sıkıntılı dünyasının cephaneliklerine yeni atom silahları gibi atom bombaları eklenirse veya uluslar savaş için hazırlanırsa, bundan sonra insanoğlunun Los Alamos ve ve Hiroşima’nın adını nefretle anacağı zaman gelecektir. Bu dünyanın halkları birlik olmak zorunda yoksa mahvolacaklar. Bu savaş, dünyanın pek çok şeyini mahvetti ve bize bu sonucu söylüyor. Atom bombası tüm insanlar için anlaşılması gerekeni, adeta tek tek heceledi. Başka insanlar başka zamanlarda, başka savaşlar ve başka silahlar için aynı şeyleri konuştu. Onlar başarılı olmadı. İnsanlık tarihinin yanlış anlamalarıyla yanlış yollara gitmiş bazı insanlar, bu sözlerin bugün de yayılamayacağını savunmaktadır. Bizim buna inanmamız mümkün değildir. Biz çalışmalarımızla kendimizi adıyoruz, kurallar sisteminde ve insanlıkta beklenen yıkım olmadan önce birleşmiş bir dünya için kendimizi adıyoruz…”(A. Pais,2006)
Savaş sonunda Oppenheimer, serbest bir insandı; ama ünü tüm ülkeye yayılmış, büyük saygınlığı olan bir kişi haline gelmişti. Böyle bir insan, serbest ya da özgür bir insan olamazdı. Los Alamos’taki ödül töreninden sonraki haftalarda California Teknoloji Enstitüsü’ndeki konumunu almak üzere California’ya geri döndü. Savaş yıllarındaki çalışmaları, onun kuramsal fizik konusundaki yeteneklerini geriletmiş görünüyordu. Sonuçta mezonlar, atom çekirdeklerindeki protonlar ve nötronlardan daha küçük atomaltı parçacıklar hakkında birkaç bilimsel rapor yayımladı. Japon fizikçi Hideki Yukawa (1907-1981, Fizik Nobel 1949) mezonların varlığını önceden (1935’te) tahmin etmişti; ama savaştan hemen sonra bunlar ve öteki nükleer olgu araştırmaları daha pratik savaş zamanı ihtiyaçları adına hemen bırakılmıştı. Fizikçiler bütün enerjilerini, salt bilimden çok mühendislik gerektiren atomik bomba yapılması gibi projelere yönelttiler. Şimdi, savaştan sonra, birçok fizikçi hiç bitmeyen, atomun temel bileşimi, en elementel biçiminin ne olduğunu açıklama sorununa dönüyordu. Birçok fizikçi için ne mutlu ki, bu araştırma türü askeri çalışmalarla doğrudan doğruya ilişkili değildi. Onun yerine, kuramsal fizikçilerin yeğledikleri, maddenin keşfi oyunculuğuna geri dönüşü belirliyordu.
Savaştan sonra fizikçiler, protonları, nötronları ve elektronları pek de doğanın en temel yapıtaşları olarak görmüyorlardı. Yukawa’nın önceden bildirdiği mezonların varlığı bunların hepsini değiştirmişti. Şimdi kuramsal fizikçiler çabalarını, bütün maddeleri oluşturan en küçük parçacıklar ya da kırıntılar gibi görünen hayret verici bir dizi atomaltı parçacıkların-kuarklar ve karşıtkuarkları baryonlar, hadronlar, gluonlar, leptonlar gibi acayip adlar verilen birimler- açıklanması ve sınıflandırılmasına yoğunlaştırıyorlardı.
Oppenheimer, ne kadar çalışsa da bu tip çalışma için zaman ya da motivasyon bulamadı. Savaştan sonra kuramsal fizik üzerine sadece dört bilimsel rapor yayınladı, hiçbiri 1950’den sonra değildi. Belki de zamanın, fizikçilerin otuzuncu doğum gününden sonra ellerini eteklerini çektikleri, en iyi çalışmalarını her zaman gençliklerinde yaptıkları biçimindeki genel kanısına katıldı. Birleşik Devletler yönetimi, deneyimli bilim danışmanı Oppenheimer’ı her konuda, hizmetlerini talep ederek tekrar tekrar davet etti. Öyle görünüyor ki Oppenheimer, Birleşik Devletler nükleer politikasında kilit oyuncu olarak çalışmayı kuramsal fizik çalışmalarına dönmekten çok daha önemli sayıyordu. “Nükleer bombanın babası” ve genelde yönetim için bilim mürşidi rolü onu kesinlikle, akademik yaşamında sunulandan daha geniş bir sahnede oynandığı için çekiyordu.
Oppenheimer’ın, savaş zamanı çalışmaları için aldığı ilk ödül Pasadena’ya hareketinden hemen sonra, Manhattan Projesi’nin bilimsel ve endüstriyel örgütlenmesini Amerikan yönetiminin sürekli bir bölümü yapmak için önerdiği mevzuatın bir parçası olan May-Johnson yasa tasarısı yararına tanıklık etmeye çağrıldığı zaman geldi. Oppenheimer, kilit hükümlerden biri, askeri görevlilere Amerika’nın nükleer teşkilatını denetleme izni veriyor olsa da bu tasarıdan yana çekinmeden sertçe konuştu.
Oppenheimer’in ifadesi, orada kalan birçok bilim adamının uranyum üretimi ve atom araştırmalarının kontrolünde sivil yönetimin olması için çok güçlü lobi çalışmaları yaptığı Los Alamos’ta üzüntüyle karşılandı. Orada çalışanlar tarafından Los Alamos’takilere olduğu gibi, Hill’dekilerin çoğuna da Oppenheimer’ın Savunma Bakanlığında ve Kongredeki muhafazakarlara şimdi çok daha yakın olduğu hatırlatılıyordu. Oppenheimer, May-Johnson tasarısının, atomik silahların uluslararası denetimine yönelik hızlı eylemi yüreklendirebileceğini ifade ederek yaptıklarının haklılığını kanıtladı.
1946 başında ABD yine bu kez Birleşmiş Milletlerin yenilerde kurulmuş bir dalı, Birleşmiş Milletler Atom Enerjisi Komisyonu sayesinde girişilen uluslararası atom silahları antlaşma görüşmelerindeki Birleşik devletler ekibine katılması için Oppenheimer’ın yardımını istedi. Atomik silahların uluslararası denetimi Robert Oppenheimer’ın ilgi duyduğu asıl konulardan biriydi ve önerilerinin Washington’da yanıt bulmasından yüreklenmişti. Dış İşleri Bakan yardımcısı olan Dean Acheson’ın yardımıyla Oppenheimer, içinde Birleşik Devletlerin nükleer silahlarını vermeyi ve öteki uluslarla özellikle de Sovyetler Birliği’yle bütün ulusların uluslarası denetiminde bilimsel laboratuvarlar ve askeri fabrikalar açmak için karşılıklı nükleer bilgi alış verişinde bulunmayı vaat ettiği bir görüşme pozisyonu oluşturdu.
Oppenheimer’ın Niels Bohr’dan ödünç aldığı bu fikir Başkan Truman, görüşme ekibinin başına tutucu, yatırım bankeri Bernard Baruch’u atadığı zaman ciddi biçimde sarsıldı. Baruch, bütün kararların Birleşmiş Milletler komisyonu tarafından oy çokluğuyla alınması ve hiçbir ulusun vetosuna izin verilmemesi üzerinde direndi. En az Birleşik Devletlerin ondan kuşkulandığı kadar Birleşik Devletlerden kuşku duyan Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletler komisyonunun veto edilmemesini reddetti. Bunun yerine, Sovyetler, kendi nükleer tesislerinin Birleşmiş Milletler tarafından denetimine izin vermeyeceklerini ve Birleşik Devletlerin nükleer silahlarını görüşmeler daha fazla ilerlemeden bırakmasını talep etti.
Sovyetlerin sert görüşme tarzına rağmen Oppenheimer, Birleşmiş Milletler komitesinde Baruch oy çokluğu fikrinden ödün verseydi konuşmaların ilerleyebileceğine inanıyordu. Baruch’un tavrını protesto etmek için Oppenheimer doğrudan Başkan Truman’la buluştu. Toplantı iyi gitmedi. Bir noktada Oppenheimer bombanın yapılmasına yardımca olduğu için “ellerinin kana bulanmış olduğu” görüşünü dile getirdi. Truman, bundan derinden incindi ve yardımcısına “Bu adamı bir daha buraya sokmayın. O bombayı yaptı. Ama onu ateşleyen adam benim” dedi. Baruch, Birleşik Devletler delegasyonunun başı olarak kaldı; sonuçta Oppenheimer istifa etti; ve Birleşmiş Milletler konferansı Birleşik devletler ile Sovyetler Birliği arasında güvensizlik ve ağız dalaşları arasında başarısız kaldı.
İşin iç yüzünü bilen bir insan olarak Oppenheimer’in dünyası bu olayla iyice karardı. 1946 yılı boyunca Senato ve May-Johnson yasa tasarısı yerine mevzuat taslağı kaleme alan Meclis komiteleri önünde defalarca tanıklık yaptı. 1946 sonunda bu en son tasarı, Atom Enerjisi yasası hem Meclisten geçti hem de Başkan Truman tarafından imzalanarak yasalaştı. Yasa, Birleşik Devletlerin bütün atomik konularını ele alacak federal bir güç Atom Enerjisi Komisyonunu yarattı. May Johnson tasarısına benzemeyen AEC sürekli olarak Manhattan Projesi yerine geçti ve atomik güç tesisleri, Oak Ridge, Tennessee ve Hanford,Washington da zenginleştirilmiş uranyum ve plutonyum üreten devlet fabrikaları Los Alamos Laboratuvarı ve geleceğin atom silahları çalışmasıyla uğraşacak başka bir herhangi bir tesis ve laboratuvarında sivil denetimi şart koştu.
İlk Atom Enerjisi Komisyonu (AEC), Franklin Roosevelt’in, eskiden Roosevelt’in New Deal kreasyonlarından birinin, Tennesse Vadisi Makamının başında bulunmuş bir yardımcı David Lilienthal’in başkanlığındaydı. Tennessee Vadisi makamının başı olarak Lilienthal, Manhattan Projesinin Oak Ridge’deki uranyum zenginleştirme tesislerine çok büyük miktarlarda elektrik sağlamak için Oppenheimer ve General Groves ile yakın çalışmıştı. Oppenheimer ile Lilienthal’in AEC yüksek görevlisi olarak ilk işlerinden biri bilim adamlarından bir Genel danışma Kurulu atamaktı ve bu gruba ilk atanan Robert Oppenheimer olması kimseyi şaşırtmadı.
Oppenheimer, AEC’nin Genel Danışma Kurulu’na da atanmıştı, aynı zamanda Princeton Üniversitesi’nin saygın Yüksek Araştırma Enstitüsü yöneticiliğine de atanmıştı. 1920’lerde kurulan enstitü, uzun süre önemli bilim adamı ve filozoflar için bir sığınak olmuştu. Oppenheimer’ın atanması sırasında, enstitüde yerleşmiş en ünlü bilim adamı Albert Einstein’dı. Orada bulunanlar için ne yönetim ne de öğretimle ilgili bir konum gerekiyordu (yönetimsel görevi ortada olan direktör dışında). Oraya gelmiş ünlüler, New Jersey kırsalının çobanlara özel sessizliğinde kendi düşüncelerini izlemekten başka bir şey istemiyorlardı. Oppenheimer, her zaman yüksek mevki düşünmemişti. 1930’larda herhalde hala bir yabancı sayıldığı ve hala bir dost olarak enstitüye davet edilmiş olmadığı için kuruluşu, “ bir tımarhane… güneşleri umutsuzca perişan ve ayrı ayrı ışıyor” diye küçümsemişti. 1947’de görece güçlü bir seçkin için çok farklı bir konumu işgal etmeye geldi ve Princeton’la enstitüsünün kendisini daha çok sever buldu.
Bu değişikliklerin sonucu olarak, Oppenheimer 1947’de Princeton’a geldi ve Princeton ile Washington D.C. arasında sürekli mekik dokumasını gerektiren bir işe başladı. Oppenheimer’ın AEC’in Genel danışma kurulu Görevi 1952’ye kadar sürdü ve bu süre içinde başardığı bütün işlerin en tatmin edicisi oldu. Bununla birlikte Birleşik Devletlere bağlılığı hakkındaki tartışmalar Washington’daki iktidar salonlarında hala sürükleniyordu. Mart 1947’de Oppenheimer’ın savaş zamanı güvenlik dosyasını devralan FBI, savaşın ilk yıllarında Oppenheimer hakkında ordunun topladığı eski bilgilere yeni kimi bilgiler de ekleyerek David Lilienthal’e verdi.
FBI dosyasının içeriği Lilienthal ile öteki komisyon üyelerini şaşırttı. Oppenheimer’ın “solculuğu”ndan tamamen habersizdiler. Lilienthal ve AEC komisyonundan arkadaşı Lewis Strauss, FBI uyarısını dikkate alarak Oppenheimer’ın, danışman olarak ve Birleşik devletlerin bütün atomik sırlarına girmesine izin veren bir komisyonda kalıp kalamayacağını tartışmak için komisyonu gizli bir toplantıya çağırdılar.
Lilienthal ve Strauss, Oppenheimer’ın kişisel dostlarıydılar ve ona Yüksek Araştırma Enstitüsü’nün diktatörlüğünün sağlanmasına Strauss yardımcı olmuştu. Buna uygun olarak, FBI’nın önlerine döktüğü istihbarata inanmaya hiç istekli değildiler. Komisyon üyeleri savaş sırasında birlikte çalıştıkları Oppenheimer’la yakınlaşmışlardı.
Vannevar Bush ve James Conant, onun, Los Alamos’ta bulunduğu süre içinde ülkesine “sadakatini açıkça kanıtladı”ğını ifade ederek Oppenheimer lehine tanıklık ettiler. FBI direktörü J. Edgar Hoover bile en sonunda “Oppenheimer soruşturmasının olumsuz olduğunu” kabul etti.
1947 yazında AEC komisyonu üyeleri, Robert Oppenheimer’ın Genel Danışma Konsey’nin başı olarak kalmasına karar verdi. Ona karşı suçlamalar daha çok dayanaksız görünüyordu ve ülkesine hizmetleri yönetim hizmetinden çıkarılmaması için çok önemliydi. Yine de FBI dosyaları en azından bir komisyon üyesi, Lewis Strauss, için Oppenheimer’ın tanınmışlık pırıltısını karartmıştı. Dosyalar iki adam arasındaki anlaşılması zor ama büyümekte olan kişilik çatışmasıyla birleşerek sonuçta Strauss’u Oppenheimer aleyhine döndürebildi.
Şimdilik Robert Oppenheimer kariyerinin doruğundaydı. Birleşik Devletler nükleer girişiminin yeniden düzenlenmesinin arkasındaki gücü yönetiyordu. Illionis, Argonne ve New York, Brookhaven nükleer bilim laboratuvarlarına çok büyük miktarlar onun ısrarıyla ayrılıyordu. Los Alamos Laboratuvarı baştan sona yeniden yapılmıştı. Plutonyum işlemi başka üslere kaydırılmış, Los Alamos sadece araştırmaya ayrılmış bir laboratuvar olmuştu. Hanford’daki reaktörler Oak Ridge’e kolaylıklar yaratacak biçimde modernleştirilmişti. Her ne kadar bu çabalar, sık sık ifade ettiği nükleer silahların denetlenmesi isteğiyle ters düşebildiğini gösterse de. Oppenheimer, olaylara, dıştaki protestoculardan biri gibi direnmektense yönetim içinden daha güçlü etkileyerek savaş öncesi çalışmalarının haklılığını kanıtladı. Dünyanın iki büyük gücü arasında anlamlı bir nükleer silahlar anlaşması için umutlandığını birçok arkadaşına özel olarak itiraf etmişti.
Bu dönemde Oppenheimer ara sıra kuramsal fizik oyununu sürdürüyordu. Yeni fikirleri ve atomik yapıyı anlama yaklaşımlarını tartışmak için dünyanın her yanından, üst düzey fizikçileri bir araya getiren yıllık bir yüksek enerji fiziği konferansı düzenledi. Ama o artık alçak gönüllü bir bilim adamından daha çok bir şeyler olmuştu. Bilim adamı ve kamu görevlisi olarak, olağanüstü ikili konumu, yeni Amerikan bilim dergisi Physics Today’in ortası basık kenarları yukarı kalkık bir şapkayı ağır bir makine parçasının boruları ile valfları arasına tünemiş gösteren, 1948’deki ilk sayısıyla kabul edilmişti.
1950’lerin başlarında, Sovyetlerin kendi bombalarını geliştirdiğinin öğrenilmesinin ardından Başkan Truman, hidrojen bombasının üretimine yönelik bir program başlattı. Los Alamos’ta göçmen olarak çalışan Alman fizikçi Klaus Fuchs (1911-1988), Sovyet ajanı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. 10 yıl tutuklu kaldı. Senatör McCarthy, Dış İşleri Bakanlığı’nda çalışmakta olan komünistlerin bir listesinin elinde olduğunu iddia eden ünlü konuşmasını yaptı.
1950’lerin ortalarına doğru Amerikan demokrasisi kendi hatalarını düzeltmeyi başardı. McCarthy, 1954 yılında Ordu hakimleri, Senato’da meslektaşları, Başkan Eisenhower ve Drew Pearson ile Edward R. Murrow gibi gazeteciler tarafından utanç içinde görevini terk etmeye zorlandı. Aynı yıl Oppenheimer’ın güvenlik izni elinden alındı. Teller, AEC’ye samimi olmayan bir mektup yazmıştı ve Oppenheimer’in hidrojen bombasına destek vermesini istemişti. Bu mektup, AEC’nin coşkulu bir anti-komünist olan yeni direktörü Lewis Strauss’a gidiyordu. Oppenheimer buna sessiz kalamazdı. Resmi olarak güvenlik izninin geri verilip verilmeyeceğini sordu. Nisan 1954’te dört hafta sürecek sorgu başladı. Kırk tanık dinlendi. Onların hemen hepsi onun hakkında olumlu görüş bildirdi. General Groves de güvenlik izninin iptalinin gerek olmadığını, Los Alamos’taki çalışmasından hiçbir şikayeti olmadığını bildirdi. Teller’in tanıklığı açıkça zarar vericiydi.
Oppenheimer davasının yazılı metinleri yayımlandığında, Lewis Straus ile Edward Teller’ın itibarları en azından akademik ve bilimsel camiada Oppenheimer’ınki kadar zarar gördü. AEC savcısı Roger Robb, Teller’e Oppenheimer’in Birleşik Devletlere sadakatli olup olmadığı konusunda ne diyeceğini sorduğunda “ Her hangi bir öneride bulunmuyorum” dedi. Bu sefer Robb sorusunu şöyle yineledi: “Dr Oppenheimer’in güvenlik riski taşıyıp taşımadığına inanmıyor musunuz?” Teller daha sonra öyle bir yıkıcı yorum yaptı ki Soğuk Savaş döneminde kendisini fizikçiler topluluğundan soyutlayıp savaş çığırtkanlarına tavsiye niteliği taşıyan şu sözleri söyledi:
“Dr Oppenheimer benim için anlaşılması son derece güç bir çalışma içinde oldu. Sayısız görevde ona hiç katılmadım ve onun eylemleri/çalışmaları bana karışık ve karmaşık göründü. Bu bağlamda bu ülkenin elde tutulmasının hayati önemde olduğunu hissediyorum ve bu nedenle daha güvenli olmasını da.”
AEC içinde aynı görüşte olmayan Henry DeWolf Smyth (eski fizik profesörü, Princeton Üniversitesi) “ Dr. Oppenheimer’ın girişinde herhangi bir gizli kayıt belirtisi bulunmuyor.”
Einstein, savaşın sonunda 66 yaşına bastığında, İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden resmi olarak emekliye ayrılmıştı. Ama her gün oradaki küçük ofiste çalışmaya devam etti ve birleşik alan teorisini bulmaya çalıştı. Savaşın ertesinde Oppenheimer, Enstitü’nün yöneticisi olarak göreve başladı. Sigara tiryakisi olan bu parlak kuramsal fizikçi, atom bombasını üreten bilim adamlarına ilham veren bir lider olarak karizmatik ve yetenekliydi. Cazibesiyle ve keskin zeka ürünü espirileriyle, çevresindekileri kendine ya dost ya düşman ediyordu. Ne varki Einstein, bu kategorilerin ikisine de girmedi. Einstein ile Oppenheimer, birbirlerine hem eğlenerek hem de saygıyla yaklaşıyorlardı. Bu onların dostane; ama yakın olmayan bir ilişki geliştirmelerini sağladı.
Olaydan yirmi yıl kadar sonra, Oppenheimer, NBS televizyonuna Triniti patlamasıyla ilgili duygularını anlattı: The Decision to Drop the Bomb. Onun sıkıntısının sürdüğü şu sözlerde açıkça görülmektedir:
“ Dünyanın aynı olmayacağını biliyorduk. Bazı insanlar güldü, bazı insanlar ağladı, çoğu insan sessiz kaldı. Bhagavad-Gita adlı kutsal Hindu kutsal kitabından bir satır hatırladım: Vishnu, Prensi görevlerini yapması için ikna etmeye çalışıyordu ve onu etkilemek için çeşitli silahları verdi ve şöyle söyledi: “Şimdi, Ben ölüm oluyorum, dünyaların yıkıcısı.” Sanırım hepimiz bunları hissediyoruz.
Oppenheimer, 1964’de Cenevre’de bir dersi verdikten sonra, dinleyicilerden biri sordu:
“ Dünyadaki mevcut durumu önceden görseydiniz, atom bombası araştırmaları liderliğine başlar mıydınız?”
“Benim rolüm, bazı pratik şeyleri mümkün olan en kısa zamanda yapmak için gerekli çabaları yönetmekti. Fakat onu tekrar yapardım.”
Başka çarpıcı bir soru yine aynı doğrultudaydı:“Geçmiş yirmi yıl öncesine dönülseydi, yani sizin 1940’lar boyunca sürdürdüğünüz duruma dönülseydi, yine atom bombasını geliştirmeyi kabul eder miydiniz?”
“Bu soruya evet yanıtını vermiştim.”
“ Hiroşima’dan sonra da mı?”
“Evet.”
Kaynakça
1. Baggot, Jim; Atomic, Icon Books Ltd. UK, 2015
2. Bizony, Piers; Atom, J.H. Haynes and Co. Ltd, 2007
3. Bordry, Monique; Radvanyi, Pierre; Atom Öyküleri (1988), Çevirenler: Turhan Ilgaz- Gülüm Şener- Hülya Tufan- Hakan Yücel, Kesit Yayıncılık 2000
4. Davis, Nuel Pharr; Lawrence & Oppenheimer, Simon and Schuster New York 1968
5. Pais, Abraham; J. Robert Oppenheimer: A life, Oxford University Press 2006
6. Rummel, Jack, Robert Oppenheimer: Karanlık Prens, Evrim Yayınları 1999
Yorum Ekle