Bilimi anlamak ne demektir? Bilimi anlamak bizi hangi düşünce tuzaklarından koruyabilir? Bilim ve demokrasi,
bilim ve düşünce özgürlüğü arasında bir bağlantı var mıdır? Bilimi kültürümüzün bir parçası yapmazsak bizi
bekleyen tehlikeler nelerdir?
Britanyalı bilimci ve bilim tarihçisi J. D. Bernal (1901-1971), Modern Çağ Öncesi Fizik (1972) adlı kitabında “görmek” ile “anlamak” arasındaki ilişkiye şöyle dikkat çeker: “Görmek” sözcüğünü kimi zaman “anlamak” ile eşanlamlı olarak kullanırız; yani “anlıyorum” sözcüğü aslında “aradaki bağlantıyı görüyorum” anlamını taşır.”
Bu bölümde “bilimi anlamak” konusu üzerinde duracağız. Albert Einstein (1879-1955)
Richard Feynman (1918-1988, Fizik Nobel 1965), Altı Kolay Parça‘da (1963) “anlamak“la kastettiğimiz şeyin bir satranç oyununu seyretmeye benzetir. Eğer yeterince uzun zaman seyredersek kuralların bir kısmını yakalayabiliriz. “Satranç oynuyorsanız kuralları öğrenmenin ne kadar basit olduğunu, buna karşılık doğru hareketi seçmenin ve bir oyuncunun niye o hareketi yaptığını anlamanın ne kadar zor olduğunu biliyorsunuzdur. Aynısı doğa için de geçerli, sadece biraz daha fazlası.” Oyunun kuralları denen şey, bizim doğa yasaları dediğimiz kurallardır. Ancak Feynman bütün kuralları henüz bilmediğimizi, bilsek bile yapılan her hareketi anlamamızın imkanı olmadığını belirtir. Feynman Öyküleri: “Anılar ve Görüşler”
Bilim, doğayı anlama çabası, doğayla bir diyalogdur. Doğanın nasıl işlediğini araştırmak ve sorunları bizzat doğaya başvurarak çözmektir. Doğanın neden böyle işlediğini değil, nasıl böyle işlediğini araştırıyoruz.
Bunun için bilimsel bilgi, ölçüme, kanıta dayanan bir bilgi türüdür. Evrensel bilgidir. Sınanabilir bilgidir. Bilimsel bilgi, bizi batıl inançlardan korur; hatalarımızı görmemizi ve düzeltmemizi sağlar. Bunun için insanlığın ilerlediğini gösteren en büyük kültür olgusu, bilim ve onunla artık bütünleşmiş bulunan teknolojidir.
Bilimi anlamanın bir parçası, bilim adamlarının görüş ve önerilerine başvurmaktır. Kanser tedavisi konusunda önemli katkıları olan Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri’nde (1979) önsözünü aşağıda paragrafla bitirmektedir:
“ Bilim, kendi içimizde ve çevremizde olan bitene açıklama aramaktır. Anlaşılmaz, karanlık, esrarlı olanı, temel kanunlar keşfederek açıklama ve anlaşılır yapma işlemidir; dizginlenmiş meraktır. Merak, insandaki en temel dürtülerden biridir. Çocukken meraklarımızla, serbestçe, hiç utanıp çekinmeden bir tür “bilim yaparız”. Yaşlandıkça, bize zevk veren, bilgi sağlayan bir dürtümüzü bastırırız. Bu düşüncelerle bilimi başkaları için de zevkli yapma çağrısını hoşnutlukla kabulleniyorum.”
Bilim ve Umut
Amerikalı bilimci Carl Sagan (1934-1996), kozmoloji çalışmalarına büyük katkılar yapmış ve bilimin halka anlatılmasında parlak bir öğretmen olmuştur. Aşağıda C.Sagan’ın Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı (1995) adlı şaheserinden bir bölüm aktarıyorum.
“Bilimin henüz anlamadığı çok şey, çözülmeyi bekleyen çok gizem var. Onlarca milyar ışık yılı genişliğinde, on-on beş milyar yıl yaşındaki bir evrende sonsuza dek yanıtsız kalacak sorular da olabilir kuşkusuz. Her geçen gün yeni bir sürpriz karşısında şaşkınlığa düşüyoruz. Öte yandan, Yeniçağ ve din yazarları, bilim adamlarının “her şeyin buldukları kadarından ibaret” olduğuna inandıklarını öne sürüyor. Bilim adamları, birinin demesinden başka hiçbir kanıtı olayan gizemli iddiaları reddedebilir; ama doğaya ilişkin her şeyi bildiklerini asla düşünmezler.
Bilim kusursuz bir bilgi aracı olmaktan çok uzak. Vardığımız nokta, şu ana değin yapabildiğimizin en iyisinin bizi getirdiği yerdir. Bu bağlamda da birçok diğer bakımdan olduğu gibi, demokrasiyi andırıyor. Kendi başına bilim, insanların izlemesi için çeşitli yollar belirleyip bunları dayatamaz; ancak alternatif yolların olası sonuçları konusunda aydınlatıcı olabilir.
Bilimsel düşünme, her şeyden önce yaratıcı ve disiplinlidir. Başarısında esas olan da bu özellikleridir. Bilim bizi, önceden bildiklerimiz ya da sandıklarımızla uyuşmasa da gerçekleri kabul etmeye çağırır. Alternatif hipotezler geliştirip gerçeğe en uygun düşenleri belirlemeye yönlendirir. Bizleri, dini düşünceye aykırı görünse de yeni fikirleri sınır tanımaz bir açıklıkla kucaklayan yaklaşım ile hem yeni hem de eski fikirleri aman vermeksizin sorgulayan kuşkucu yöntem arasındaki hassas dengede tutmaya çalışır. Bu tür bir düşünce sistemi, değişim çağı olarak niteleyebileceğimiz günümüzde, demokrasi için de esastır.
Bilimin başarılı olmasının nedenlerinden biri, özünde bir hata düzeltme mekanizması ile birlikte yapılanmış olmasıdır. Kimileri bunu fazla genel bir niteleme olarak görebilir; ama bence, yaptığımız her özeleştiride, fikirlerimiz dış dünyayı bakış açımıza katarak her sorgulayışımızda bilim yapmış oluyoruz. Rahatımıza düşüp eleştiriden kaçındığımız, umutlarla gerçekleri birbirine karıştırdığımız her defa da sahte bilim ile batıl inanış çukuruna yuvarlanıyoruz.
Az da olsa veri sunan her bilimsel rapora, hiçbir bilginin eksiksiz ya da kusursuz olamayacağının sessiz ama ısrarlı anımsatıcısı olarak bir de hata çubuğu eşlik eder. Bu, bildiğimizi düşündüklerimize ne ölçüde güvendiğimizi ortaya koyan bir göstergedir. Hata çubukları küçükse, deneysel bilgimizin doğruluk değeri yüksektir; çubuklaın büyüklüğü bigimizin kesinliği ile ters orantılıdır.
Bilim adamları, dünyayı anlamak için yaptıkları girişimlerin doğruluk değerini belirlemek konusunda –geçersiz kılınmaya son derece açık tahmin ve hipotezlerden, ileyiş ilkelerinin sistematik olarak defalarca sorgulanmasıyla doğrulanan doğa yasalarına değin- genellikle dikkatlidirler. Olağan durumlarda geçerli olsalar da kusursuz doğa yasalarımızın açıklamaya yetmediği, hatta düzeltme gerektirdiği, karadeliklerin ya da elektronların iç yapısı, ışık hızına yakın hızlar gibi daha önce incelenmemiş yeni koşullar söz konusu olabilir.
İnsanlar mutlak doğruluk için yanıp tutuşabilir, peşine düşebilir, hatta belli dinlerin partizanlarının yaptığı gibi, doğruya ulaştıklarını öne sürebilirler. Ne var ki bilim tarihi-insanlara sunulan ve doğruluk değeri en yüksek olan bilgi birikimi- mutlak doğruluğa asla erişememek koşuluyla, anlayışımızda en fazla sürekli bir gelişmeyi, hatalarımızdan ders almayı, evrene ilişkin bilgilerimizi sınırlar içinde de olsa artırmayı umabileceğimizi öğretiyor.
Hata çamuruna daima bulanacağız. Her kuşak, en fazla, hata çubuklarını biraz daha küçültüp, veri dağarcığını bir parça daha genişletmeyi umabilir. Hata çubuğu, bilgimizin güvenilirliğinin en somut özdeğerlendirmesidir. Kamuoyu anketlerinde sık sık “artı ya da eksi yüzde 3’lük hata payı ile birlikte” şeklinde hata çubukları görürsünüz. Her meclis konuşmasına, her televizyon reklamına, her söyleve hata çubuğu ya da benzeri bir açıklamanın eşlik ettiği bir toplum düşünün.
Bilimin en önemli kurallarından biri, otoriteden gelen açıklamalara güvenmemektir. (Kendileri de birer primat olan ve başatlığa dayalı hiyerarşilerde yaşamak zorunda kalan bilim adamları bu kurala her zaman uymuyorlar kuşkusuz.) Otorite kaynaklı açıklamaların hatalı çıktığı çok sayıda acı örnek yaşandı. Yöneticiler de herkes gibi, savlarını kanıtlamak zorundadır. Bilimden bağımsızlığı ve zaman zaman geleneksel bilgeliği kabullenmedeki isteksizliği, otoriteyi daha az özeleştirel öğretiler ya da yüksekten atılmış savalar sunabilen tehlikeli bir merci kılıyor.
Bilim bizlere dünyayı olmasını istediğimiz değil, olduğu şekliyle kavramayı amaçlayan bir daldır. Bu nedenle bilimsel bulgular her zaman anlaşılır ya da doyurucu gelmeyebilir. Kimi kez, aklımaza yer etmiş bir yargıdan kurtulup yenisini kabullenmek bir parça çaba gerektirir. Bilim bir yönüyle oldukça basittir. Karmaşıklaşmasının nedeni, dünyanın – ya da bizim- karmaşık olmamız. Çok zor gelmeye başladığı (ya da bize yetersiz eğitim verildiği) için bilimden uzaklaşmaya başladığımızda, geleceğimizi yönlendirme yetisinden vazgeçmiş oluruz. Gelecek için oy hakkımız elimizden alınır ve özgüvenimizi yitirmeye başlarız.
Öte yandan, biraz daha dişimizi sıkıp bilimin bulgu ve yöntemlerine ulaşmayı, bu bilgileri anlayıp kullanmayı başardığımızda ise büyük bir doyum hissi yaşarız. Bu herkes için, ama özellikle- öğrenmek için bitmez tükenmez bir hevesle doğan- çocuklar için geçerlidir: Bilimin şekillendirdiği bir gelecekte yaşamaları gerektiğinin bilincindeyken, genellikle ergenlik yaşlarında bilimin kendileri için olmadığına karar veren çocuklar için. Bilimi öğrenme ve diğerlerine öğretme deneyimlerimden biliyorum ku, soyut terimlerin birden anlam kazanmaya başlaması, tüm o formüllerin ne anlamaya çalıştığının kavranması, derin gizlerin basit gerçeklere dönüşmesi harika bir histir.
İş doğayı açıklamaya geldiğinde, bilim derin bir saygı ve hayranlık uyandırır. Anlamak, küçücük bir köşesinden tutuyor da olsak, kozmosun büyüklüğüne karışmayı, içinde eriyip onunla bir olmayı kutlama törenine dönüşür. Dünya çapında süregelen bilgi toplam süreci, zaman içinde bilimi uluslararası, kuşaklar arası bir paylaşıma dönüştürür.
Ruh (spirit) sözcüğü, Latince “solumak”tan geliyor. Soluduğumuz şey, yoğunluğu düşük de olsa, bir madde olan havadır. Genellikle başka bir anlamda kullanılsa da “ruhsal” sözcüğünün maddeden (beyni oluşturan madde de dahil olmak üzere) başka ya da bilimsel gerçekliğin ötesinde bir anlam taşıması gerekmiyor. Yeri geldikçe bu sözcüğü ben de kullanıyorum. Bilim ruhaniyet ile yalnızca uyumlu değil, onun kaynağıdır da. Işık yılları ile ifade edilen bir ölçekte, çağlar içindeki yerimizi kavradığımızda, yaşamın karmaşıklığını, güzelliğini ve inceliğini keşfettiğimizde, tüm bunlara bir de ocoşkunluk ve tevazu eklendiğinde hissettiklerimiz ruhsaldır elbette. Büyük sanat eserleri, müzik, edebiyat ya da kendilerini insanlığın mutluluğuna adamış Mohandas Gandi, Martin Luther King, Jr. gibi insanların cesareti sözkonusu olduğunda hissettiklerimiz de öyle. Bilim ve ruhaniyetin birbirlerini içermez oldukları şeklindeki düşünce ikisine de haksızlık ediyor.
Bilimi anlamak güç olabilir. Bilimsel gerçekler yerleşik inançlara meydan okuyabilir. Ürünleri siyasetçilerin ya da sanayicilerin ellerine teslim edildiğinde, kitle tahrip silahlarına ya da çevre için ölümcül tehditlere dönüşebilir. Ancak, gözden kaçırılmaması gereken nokta, bizlere armağanlar sunduğudur.
Her bilim dalı, örneğin paleontoloji, geleceği göremezken birçoğu da gelecek konusunda yetkin tahminler yapabilecek güçtedir. Bir sonraki Güneş tutulmasının tarihini merak ediyorsanız, büyücülere ya da gizemli güçlere değil bilim adamlarına gidersiniz. Onlar size tutulmayı Dünya’nın neresinden, ne zaman gözleyebileceğinizi, kısmi mi tam mı yoksa halkalı bir tutulma mı olacağını söyler. Bilim sayesinde, bin yıl sonraki bir tutulmayı bile dakikasına kadar tahmin edebiliyoruz. Anemi hastalığınızdan kurtulmak için bir üfürükçüye giderek üzerinizdeki büyüyü kaldırmasını isteyebilir ya da B12 vitamini almayı deneyebilirsiniz. Çocuğunuzu çocuk felcinden korumak için dua edebilir ya da aşıya götürebilirsiniz. Doğmamış çocuğunuzun cinsiyetini öğrenmek için birinin altına makas diğerinin altına bıçak konulmuş iki minderden gözünüze kestirdiğinize oturmaya ne dersiniz? (Makassa kız, bıçaksa erkek- yoksa tam tersi miydi?) Aslında bu o kadar da kötü bir yöntem değil; doğru çıkma şansı yüzde elli. Ama gerçekten duyarlı bir yöntem istiyorsanız (örneğin yüzde 99’luk kesinlik) amniyosentez ya da ultrasonu deneyebilirsiniz.
Kendilerine gaipten haber vererek geçerli kılmaya çalışan dinlerin sayısını düşünün. İnançlarını tazelemek ya da güçlendirmek için kaç kişinin bu belirsiz, sonuçsuz kehanetlere başvurduğuna bir bakın. Peki bilimin tahminsel kesinliğine ve güvenilirliğine sahip bir din çıktı mı hiç? Eminim dünyada, gelecekten haber veren, biliminkine eşdeğer, kusursuz ve tekrarlanabilir bir yöntem edinebilmek uğruna çok şey yapmaya hazır olmayan tek bir din bile yoktur. Bu bakımdan yaşamımızda blimin yerini hiçbir kurum tutamaz.
Peki bu bilimin sunağında tapınmak mı? Aynı derecede keyfi iki inancı birbirinin yerine koymak mı? Bence değil. Bilimin doğrudan gözlenir başarısı, her zaman savunduğum aklın yolundan gelir. Bizler için daha yararlı başka bir şey olsaydı, o zaman onu savunurdum. Bilim kendini felsefi eleştiriden muaf mı tutuyor? Kendisini “gerçek” konusunda tekel mi ilan ediyor? Bin yıl sonraki Güneş tutulmasını bir kere daha düşünün. Geleceğe ilişkin ne gibi öngörülerde bulunduklarını, hangilerinin belirsiz hangilerinin kusursuz olduğunu ve –herbiri insanın yanılabilirliğinden etkileneceğine göre- kaçının hata düzeltme mekanizması içerdiğini dikkate alarak, aklınıza getirebildiğiniz kadar çok öğretiyi birbirleriyle ve bilim ile karşılaştırın. Sonra da şöyle bir düşünüldüğünde işe yarar görünen (işe yarar hissi veren değil) birini seçin. Farklı öğrenciler oldukça ayrı ve bağımsız alanlarda birbirine üstün geliyorsa (birbirleriyle çelişmedikleri sürece) birkaç öğretiyi aynı anda seçebilirsiniz. Putperest olmak şöyle dursun, sahte putları gerçeklerden ayırabilmenin yoludur bu.
Yinelemek gerekirse bilim başarısını bir ölçüde hata düzeltme mekanizmasına borçludur. Bilimde yasaklı sorular, incelenmeyecek denli hassas konular, kutsal gerçekler yoktur. Yeni fikirlere açıklık, tüm fikirleri en ince süçgeçten geçiren kuşkuculukla birleştiğinde, buğday kepekten ayrılmış olur. Ne denli zeki, kusursuz ya da sevilen biri olduğunuz hiç fark etmiz. İddianızı kararlı, uzman eleştiri mercii önünde kanıtlamalısınız. Bilimsel düşüncede çeşitlilik ve tartışmaya önem verilir. Fikirlerin ciddi ve derinlemesine çatışmalar yapabileceği arenalar vardır.
Bilimsel süreç kulağa karmaşık, düzensiz gelebilir. Bir anlamda öyledir de. Bilime gündelik penceresinden bakarsanız, bilim adamlarının da duyduğu, kişilik ve karakter bakımından farklı özellikler gösterdiğini görürsünüz kuşkusuz. Ama dışardan bakan çarpan bir cephesi daha vardır ki, o da bilimin kucak açtığı eleştirinin demirden elidir. Toy bilim adamları ustalarından yürüklendirici destek ve yakınlık görürler. Öte yandan sözlü sınavındaki zavallı doktora öğrencisi, geleceğini ellerinde tutan öğretmenlerin sorularından oluşan bir yaylım ateşine tutulur. O sırada öğrenciler fazlaca heyecanlıdır elbette; kim olmaz ki? Doğru, yıllar boyu o gün için hazırlanmışlardır. Ama o buhranlı anda bile, uzmanlardan gelen sorulara yanıt verebilmeleri gerektiğini de bilirler. O nedenle de tezlerini savunmaya hazırlanırken çok yararlı bir düşünce alışkanlığı edinmeye çalışmalıdırlar. Gelecek soruları tahmin etmeli, bunun için de kendilerine şu soruyu sormalıdırlar: Tezimin neresinde başkalarınca fark edilecek bir zayıflık var? O noktayı herkesten önce ben bulmalıyım.
Peki ya bilimsel tartışma oturumları? İzleyiciden korkunç sorular ya da yorumlar yağarken, bilim adamlarının konuşmaya başlamaları için 30 saniyeleri ya vardır ya da yoktur. Bilimsel makale ya da rapor yayını sürecine bakın. Yazı bilim dergisine sunulduktan sonra yazı işleri müdürünce, görevi “Acaba yazar aptalca bir hata yapmış mı? Yazı basılmaya değer ölçüre ilginç içeriğe sahip mi? Vardığı sonuçlar daha önce başkalarınca bulunmuş mu? Yazıyı çerçeveleyen sav yeterli mi yoksa yazar şimdilik yalnızca spekülatif olarak ele aldığı savı iyice açımladıktan sonra yazıyı tekrar mı sunmalı?” gibi sorularla yazıyı değerlendirmek olan hakemler kuruluna aktarır. Üstelik yazar, eleştirmenlerin kim olduğunu hiçbir zaman bilmez; bilim çevrelerindeki rutin işleyiş olan bu sürece asla tepki de göstermez.
Peki buna neden katlanıyoruz? Eleştirilmek hoşumuza mı gidiyor? Hayır, aslında hiç de gitmiyor. Her bilim adamı kendi fikir ve bulguları konusunda hassastır. Ama yine de eleştirmenlere karşılık vermezsiniz. Durun bir dakika, bu yazdığım gerçekten iyi bir fikir; benim için çok önemli; hem size ne zararı oldu ki canım, bırakın öyle kalsın. Hayır, asla böyle yapmazsınız. Acı ama adil kural, bulduğunuz düşünce işe yaramıyorsa kaldırıp atmaktır. İşe yaramayan bir şey üzerinde düşünerek beyin hücrelerinizi boş yere harcamayın. O hücreleri, veriyi daha iyi açıklayan yeni düşünceler geliştirmekte kullanın. İngiliz fizikçi Michael Faraday, “Hoşumuza giden kanıt ve görüngüleri aramaya koyulup gerisine boşvermenin dayanılmaz cazibesi”nden söz ediyor ve sürdürüyor: “… Bizi doğrulayanı dostça kabullenir, karşı çıkana da inatla direniriz; oysa ki sağduyu tam tersini gerektirir.”
Geçerli eleştiri, bize yapılmış büyük bir iyiliktir aslında. Kimi insanlar, özellikle de yerleşik inançlarla çeliştiğinde ya da sağduyuya aykırı görünen ilginç kavramlar getirdiğinde, bilimi kibirli olmakla suçlar. Hem bizi hem de üzerinde durduğumuz toprağa olan güvenimizi sarsan bir deprem gibi, alıştığımız inançlara meydan okunması, çocukluğumuzdan bu yana yaşamımızı yönlendiren öğretilerin yıkılması gerçekten rahatsız edici olabilir. Bununla birlikte, yine altını çizmek istiyorum ki bilim alçakgönüllülükle yoğrulmuştur. Bilim adamlarının yapmaya çalıştığı, gereksinim ve isteklerini doğaya dayatmak değil, onu alçakgönüllü bir yaklaşımla sorgulamak ve bulduklarını da ciddiyetle ele almaktır. Büyük bilim adamlarının da yanılabildiğini, insanın kusursuz olmadığını biliyoruz. Bilim adamları olarak istediğimiz, inançların içerdiği savların bağımsızca ve – olabildiğince- niceliksel bağlamda doğrulanmasıdır. Sağa sola sürekli çomak sokuyor, meydan okuyor, çelişkiler ya da düzeltilmemiş hatalar arıyor, alternatif açıklamalar getiriyor, inançsızlığı destekliyoruz. En büyük ödüllerimizi, yerleşik inançları ikna edici bir şekilde çürütebilenlere veriyoruz.
İşte birçok örnekten biri: Isaac Newton’un adıyla özdeşleşmiş devinim yasaları ve yerçekiminin terskare yasası, insanlığın en büyük kazanımlarından sayılır. Ölümünden üç yüz yıl sonra, tutulmaları önceden hesaplamak için hâlâ Newton dinamiklerini kullanıyoruz. Fırlatılışından yıllar sonra (Einstein’ın yaptığı ufak tefek düzeltmelerle), uzay aracı Dünya’dan milyarlarca kilometre uzaklıktaki başka bir dünyanın etrafında önceden saptanmış bir noktada yörüngeye giriyor. Hem de eliyle koymuşçasına bir rahatlıkla. Hesaplardaki hassaslık göz kamaştırıcı. Belli ki Newton ne yaptığını gayet iyi biliyordu.
Ne var ki bilim adamları ellerindekiyle yetinip Newton dinamiklerini kendi halinde bırakmaya yanaşmadı. Newton’un ördüğü zırhta hep bir gedik arandı ve bulundu. Yüksek hızlar ve güçlü kütleçekim alanlarında Newton fiziği geçersizleşiyor. Albert Einstein’ın Genel ve Özel Görelilik Yasası’nın en büyük bulgularından ve adının tarihe altın harflerle kazınmış olmasının nedenlerinden biri bu işte. Gündelik yaşam da dahil olmak üzere Newton fiziği çok çeşitli konular için geçerli. Ne var ki insanlar için son derece yabancı bazı koşullarda- ışık hızına yakın hızlara çıkmak gibi alışkanlıklarımız yok nitekim- doğru sonuç vermiyor; başka bir deyişle doğa gözlemleriyle uyuşmuyor. Genel ve Özel Görelilik, geçerlik açısından Newton fiziğinden ayırt edilir olmamakla birlikte, farklı koşullar (yüksek hız, güçlü kütleçekimi) için çok farklı-gözlemle kusursuz uyum gösteren- sonuçlar öngörüyor. Newton fiziği bildik koşullarda iyi işleyen, diğerlerinde ise geçersiz kalan bir gerçeklik kestirisi gibi düşünülmelidir. İnsan aklının parlak ve kutlanmayı hak eden bir başarısı, ama sınırları yok değil. Şimdi biliyoruz ki, hızlar ve kütleler çok çok büyük değilse, geçerlidir ve atom boyutundaki sistemler için iflas eder.
İnsanın yanılabilirliğini göz önüne alarak ve gerçeğin yaklaşılabilir ama asla erişilemez olduğu anlayışından yola çıkarak bilim adamları bugün Genel Göreliliğin geçersiz kalacağı koşulları araştırıyorlar. Örneğin Genel Görelilik kütleçekimsel dalgalar denen bir durumu öngörüyor ve esas alıyor. Bu dalgalar şimdiye değin doğrudan hiç saptanmadı. Var olmadıkları kanıtlanırsa, Genel Görelilik kökünden sarsılacak. Atarcalar, yanıp sönme hızları noktadan on beş basamak sonrasına kadar ölçümlenebilen çok hızlı nötron yıldızlarıdır. Birbiri çevresinde dönen iki çok yoğun nötron yıldızının bol miktarda kütleçekimsel dalga yaydığı ve bu dalgaların zamanla iki yıldızın yörüngelerini ve dönüş sürelerini değiştireceği savlanıyordu. Princeton Üniversitesi’nden Joseph Taylor ve Russell Hulse, Genel Göreliliğin öngörülerini denemek için bütünüyle yeni bir yola başvurdular. Yaklaşımları doğrulansaydı, sonuçlar Genel Görelilik uyumsuz çıkacak ve ikili, modern fiziğin dev sütunlarından birini devirmiş olacaktı. Hem Genel Göreliliğe meydan okuyor, hem de öyle yaptıkları için destek görüyorlardı. Sonuçta ikili atarca gözlemleri Genel Göreliliğin savlarını harfi harfine doğrulayan sonuçlar verdi ve bunun için Taylor ve Hulse, 1993 Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Birçok diğer fizikçi de çeşitli şekillerde Genel Göreliliği sınıyor; örneğin kütleçekimsel dalgaları doğrudan gözlemlemeye çalışıyorlar. Kuramı kırılma noktasına kadar büküp, Einstein’ın anlayışı geliştirme adına kaydettiği büyük gelişmenin geçersiz kalacağı bir doğal koşul olup olmadığını bulmaya çalışıyorlar.
Bilim adamları var oldukça bu çabalar da sürecek. Genel Görelilik, atomaltı büyüklükler için yetersiz bir betimleme kuşkusuz; ama her yerde ve sonsuza değin geçerli bir kuram olsa bile, geçerliğini kanıtlamak için, açıklamaya yetmediği koşulları ve sınırlarınıbulmaya çalışmaktan daha iyi bir yol olabilir mi?
Örgütlü dinlerin bende güven duygusu uyandırmamasının nedenlerinden biri budur. Belli başlı inançları temsil eden liderlerden hangisi inançlarında eksiklik ya da hata olabileceğini dile getiriyor ve öğretilerindeki olası açıkları saptamak için girişimde bulunuyor? Günlük yaşamda kullanmanın yanı sıra, kim geleneksel dini öğretilerin geçersiz olabileceği koşulları sınıyor? (Ataerkil dönemlerde ya da Ortaçağ’da görece iyi işlemiş öğreti ve etiklerin, bugün yaşadığımız dünyada tümüyle geçersiz kaldıkları sonucuna varmak pek zor değil.) Hangi vaazda Tanrı hipotezi nesnel bir gözle ele alınıyor? Dinde kuşkucu yaklaşımı benimsemiş kişilere kurumlaşmış dinlerce ne gibi ödüller veriliyor? Peki ya toplumsal ve ekonomik alandaki kuşkuculara mesleki inceleme konuları olan toplum ne değer biçiyor?
Bilim, diyor Ann Druyan, hiç susmaksızın kulaklarımıza fısıldıyor: “Unutma, henüz çok yenisin. Yanılabilirsin. Daha önce yanıldığın oldu.” Bilimde hakim olan bu tevazuya karşılık, benzeri bir yaklaşımı dinde görebiliyor muyuz? Kitab-ı Mukaddes’in Tanrı’nın verdiği bir esinle yazıldığı söyleniyor ki, bu bir çok anlam taşıyabilir. Peki ya fani insanlarca yazıldıysa? Ya sözü geçen mucizeler şarlatanlık, blinçdışı deneyim, doğal olayların yanlış yorumlanması ve ruh hastalığı karışımının sonucu ise? Hiçbir çağdaş dinin ya da Yeniçağa özgü hiçbir inanışın, evrenin bilimin ortaya çıkardığı azametini, inceliğini, karmaşıklığını önceden bildirmiş olduğunu sanmıyorum. Modern bilimin çok az bulgusuna Kitab-ı Mukaddes’te değinilmiş olması, onun tanrısal esinle yazılmış olduğu konusundaki kuşkularımı artırıyor.
Fakat yanılıyor olabilirim kuşkusuz.
Aşağıdaki paragrafı, betimlenen bilimi anlamak için değil, yazarının düşünme tarzı konusunda bir fikir edinebilmek için okuyunuz lütfen. Yazar, fizikte aykırı durumlar, belirgin paradokslarla karşılaşıyor ve onlara “asimetriler” adını veriyor. Bunlardan neler öğrenebiliriz?
“ Devinen cisimleri uygulandığında-günümüz yorumuyla- Maxwell’in elektrodinamiğinin olayın kendisinden kaynaklanmadığı anlaşılan asimetrilere yol açtığı biliniyor. Örneğin, mıknatıs ve iletkenin karşılıklı elektrodinamik eylemine bakınız. Buradaki gözlenebilir durum, yalnızca iltekne ve mıknatısın göreli devinimine dayanır; oysa ki geleneksel bakışta, cisimlerden birinin ya da diğerinin devindiği, iki devinimi kesinkes ayıran bir durum tanımlı. Mıknatıs deviniyorsa iletken sabit olacağından, mıknatısın çevresinde belli bir enerjiye sahip bir elektrik alanı oluşarak iletkenin durduğu yerde bir akıma yol açıyor. Öte yandan, mıknatıs sabitken iletken devindiğinde, mıknatısın yakınlarında herhangi bir elektrik akımı oluşmuyor. Ne var ki iletkenin içerisinde, kendi başına bir enerjiye sahip olmayan, fakat –sözü geçen iki durumda göreli devinimin eşit olduğu varsayılarak-mıknatısın devindiği durumda oluşanlarla aynı yönde ve eş yoğunlukta elektrik akımları oluşmasına neden olan bir elektrik devinim gücü vardır.
Bu tür örnekler ve “eter”e göre yerin herhangi bir devinim yapıp yapmadığını saptamaya yönelik başarısız girişimler bir arada düşünüldüğünde, mekanik gibi elektrodinamiğin de mutlak devinimsizlik fikrine karşılık gelecek türden hiçbir özellik göstermediği anlaşılıyor. Çıkan sonuçlar, mekanik denklemlerinin geçerliliğini koruduğu küçüklüklerin oluşturduğu tüm gözlem çerçevelerinde, tüm elektrodinamik ve optik yasalarının da doğru olduğu yolunda.”
Burada yazarın bizlere anlatmaya çalıştığı nedir? Gerekli zemini, kitabın daha sonraki bölümlerinde vereceğim. Şimdilik dilin öz, teknik, temkinli, açık olduğunu, gereğinden bir zerre bile daha fazla karmaşıklık içermediğini söylemekle yetinebiliriz. Anlatmına (ya da “Devinen Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine” şeklindeki gösterişsiz başlığına) bakarak bu makalenin, kütle ve enerjinin eşit olduğunu, küçük dünyamızın evrende “ayrıcalıklı bir gözlem çerçevesi” oluşturmadığını bildiren ve birçok farklı bakımdan insanlık tarihinde yeni bir çığır açan Genel Görelilik kuramının doğuşunu müjdeleyen makale olduğunu hemencecik anlamak kolay değil. Albert Einstein’ın 1905 tarihli raporunun açılış sözleri, bilimsel yazında sık kullanılan türden: Gösterişten uzak, son derece ölçülü ve alçak gönüllü. Modern reklamcılık örnekleri, siyasi söylevler, kendinden emin dinbilimsel bildirilerle –ve bu kitabın kapağında yer alan methiye ile- tümüyle zıt yapıda yani.
Einstein’ın raporunun, deneysel sonuçları açıklamaya çalışarak başladığına dikkat ediniz. Her fırsatta bilim adamları deney olanağını kullanır. Ne gibi deneylerin gerektiği, o sırada geçerli olan kuramlara bağlıdır. Bilim adamları, o kuramları kırılma noktasına değin sınamakta kararlıdır. Sezgilerine güvenmezler. Dünya’nın düz olduğu da bir zamanlar mutlak doğrular arasındaydı. Ağır cisimlerin hafif olanlardan daha hızlı düştüğü, kan emici sülüklerin hastalıkları iyileştirdiği, bazı insanların doğal olarak ve Tanrı’nın emriyle doğuştan köle oldukları da öyle. Evrenin merkezi diye bir yer olduğu ve Dünya’nın tam o noktada bulunduğu da sayısız sezgilerdendi. Einstein, tersini gösterene kadar, mutlak devinimsizlik diye bir referans sistemi olduğu düşünülüyordu. Gerçek, şaşırtıcı ya da bildik sezgilere ters olabilir. Derinden bağlandığımız inançlarla çelişebilir. Gerçeğe ulaşmanın yolu da deneyden geçer.
Onlarca yıl önce, bir yemek davetinde fizikçi Robert W. Wood’dan (1868-1955) “Fizik ve Metafizik” şerefine kalkan kadehler diplenmeden önce bir konuşma yapması rica edilmişti. O zamanlar “metafizik” ile felfefe ya da yalnızca düşünmek yoluyla ulaşabileceğiniz gerçekler gibi bir kavram kastediliyordu. Sahte bilimi de işin içine katmış olabilirler. Wood’un verdiği karşılık şöyleydi: “ Fizikçinin alkında bir fikir vardır. Üzerinde düşündükçe, fikre anlam kazandırmaya başlar. Bilimsel yazına danışır. Fizikçi okudukça, fikir de daha fazla umut vaat eder hale gelir. Böylece ön hazırlığını yapmış olarak laboratuvara gider ve fikirini denemek için bir test hazırlar. Deney aşaması çok zorludur. Birçok olasılık tek tek denenir. Ölçümün hassaslığı arttırıldıkça hata çubukları da küçülür. Deneyi gittiği yere kadar sürdürür. Tek ilgilendiği, deneyden öğrenecekleridir. Dikkatli deneylerden sonra,fikrin işe yaramaz olduğu anlaşılır. Fizikçi de onu aklından çıkarır, kendini hata kıskacığından kurtarır ve başka bir fikre doğru yola çıkar.”[Öncü fizikçilerden Benjamin Franklin’in dediği gibi “Bu deneyler sayesinde, hemen ardından kendi elimizle yıkmak zorunda kaldığımız kaç güzel sistem kurduk?” Franklin, deneyimin en azından “kendini beğenmiş insanı kibirinden arındırmaya” yaradığını düşünüyordu.]
Wood bardağını kaldırırken, “fizik ile metafizik arasındaki fark birinin uygulayıcılarının diğerlerininkinden daha üstün olması değil” diyerek, içkisini yudumlamadan önce son süzünü söyledi: “Metafiziğin laboratuvarının olmamasıdır.”
Kanımca bilimi radyo, TV, film, gazete, kitap, bilgisayar programı, park ve sınıflarda anlatmak yoluyla, her yurttaşın erişimine sunmak dört nedenle gerekli. Bilimin her türlü kullanımında, uzmanlardan oluşan küçük, yüksek yetkiye sahip bir gurpla sınırlı kalmak, yetersiz olduğu gibi tehlikelidir de. Bunun yerine, bilimin bulgu ve yöntemlerine ilişkin temel kavrayış, geniş ölçüde erişilebilir olmalıdır.
- Kötüye kullanılabileceği çok sayıda fırsat olsa da bilim yeni uluslar için yoksulluk ve gerilikten çıkışı gösteren altın yol olabilir. Bilim ulusal ekonomileri ve küresel uygarlığı ayakta tutar. Birçok ulus bunu anlamış durumda. Hâlâ dünyanın en iyi üniversiteleri olma sıfatını koruyan Amerikan üniversitelerinin bilim ve mühendislik bölümlerinde çok sayıda yabancı öğrenci olmasının nedeni de bu. Birleşik Devletler’in kimi zaman anlamakta güçlü çektiği sonuç, bilimden uzaklaşmanın yoksulluk ve gerileme anlamına geldiği.
- Bilim bizleri, dünyayı değiştiren teknolojilerin özellikle de içinde yaşadığımız çevreye yönelik tehditleri konusunda uyarır. Önemi tartışılmaz bir uyarı sistemi sağlar.
- Bilim bizleri türümüzün, gezgenimizin, evrenin kökeni, doğası ve olası geleceği konularında bilgilendirir. İnsanlık tarihinde ilk kez bu konuların bazılarına ilişkin gerçek bir anlayışa erişmeyi başardık. Dünya yüzündeki her kültür, bu konuların önemini kavrayarak gündemine dahil etti. Böylesi büyük sorular söz konusu olduğunda, hepimizin tüyleri diken diken oluyor. Uzun vadede bilimin bize en büyük armağanı, kozmik bağlantımızı nerede, hangi zamanda bulunduğumuzu ve kim olduğumuzu, daha önce hiçbir insani girişimin başaramadığı bir kusursuzlukta öğretmesi olabilir.
- Bilim ve demokrasinin değerleri birbirine uyumlu, birçok durumda ayrılmazdır. Uygar anlamda bilim ve demokrasi aynı yerde ve aynı zamanda, Yunan’da MÖ yedinci ve altıncı yüzyıllarda yeşerdi. Bilim, öğrenme zahmetine katlanan kişiye (çoğu insan bu işten men edilmekte olsa da) güç verir. Bilim fikirlerin özgür alışverişine dayalıdır; değerleri gizliliğe ters düşer. Bilimde özel avantaj noktaları ya da ayrıcalıklı konumlar yoktur. Bilim de demokrasi de çizgidışı fikirleri ve güçlü tartışmaları destekler. İkisi de yeterli neden, tutarlı sav, kanıt konusunda yüksek standart ve dürüstlük peşindedir. Bilim, biliyor görünmeye çalışanların yalanını yüzüne vurmanın yoludur. Gizemciliğe, batıl inançlara, işi olmayan yerde karşımıza çıkarıldığında da dine karşı bir siperdir. Değerlerine bağlı kalırsak, yalanla kandırılmaya çalışıldığımızda bizi uyarır. Hatalarımızı çok geç olmadan düzeltme olanağı verir. Dili, kuralları ve yöntemleri ne denli yaygın olursa, Thomas Jefferson ve meslektaşlarının düşünce yapılarını koruyabilme şansımız da o denli artar. Öte yandan demokrasi, bilimin ürünlerinden, sanayi öncesi demogogların kâbuslarında bile görmedikleri ölçüde büyük bir darbe yiyebilir.
Karmaşa ve yanıltmacanın engin denizinde doğruyu bulmak, gözü açıklık, sabırlı çalışma ve cesaret gerektirir. Ama bu zorlu düşünce alışkanlıklarını edinmek için uğraşmayı istemezsek, gerçekten ciddi sorunlarla karşılaştığımızda çözüm üretmeyi de bekleyemeyiz. Zamanla, salına salına dolaşan, bir sonraki şarlatanın yemini yutmaya hazır bir budalalar ulusu, bir budalalar dünyası haline geliriz.
Dünya’ya yeni inmiş ve çocuklarımıza televizyon, radyo,sinema,gazete,dergi, çizgi roman ve kitap yoluyla neler sunduğumuzu araştırmaya girişmiş bir uzaylı, onlara cinayet, tecavüz, acımasızlık, batıl inanış, budalalık ve tüketim öğretme kararı aldığımızı düşünecektir. Doğrusu bu çabayı gerçekten gösteriyor, büyük ölçüde de başarılı oluyoruz. Çoçuklara bilimsel düşünce ve umut aşılamaya çalışsaydık nasıl bir toplum olurduk?”
(Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı (1995), Çeviren: Miyase Göktepeli, TÜBTAK- Yapı Kredi Yayınları, 1998, S:21-31)
Yorum Ekle