Bilim adamlarının, doğa yasalarına dayanarak öngörülerde bulunması zaten beklenen bir durumdur; ama onların asıl dikkat çeken özellikleri, bilimin toplumsal ilerleme konusunda oynadığı rolü, çok yönlü boyutlarıyla ortaya koymalarıdır. Aslında sözün özü şudur: Bir ülkede politika, bilimden öğrendiği ölçüde o ülke gelişebilmektedir. İşte bunun için size fiziğin gerçekten evrensel pırlantalarından biri olan Feza Gürsey’in (https://www.atomevren.com/bilgin-fizikci-f…gursey-1921-1992/) bazı görüşlerini sunmak istiyorum. Feza Gürsey, 20. yüzyılın en büyük teorilerinden biri olan kuantum mekaniğinin büyük öncüleriyle birlikte çalışmış, sergilediği çalışkanlık, alçakgönüllük ve yaratıcılıkla onların takdirlerini kazanmış, Nobel’e en çok yaklaşmış bir fizikçimizdir. Kazandığı ödülleri ve başka ayrıntıları sitemizde onun biyografisinden öğrenebilirsiniz.
Feza Gürsey, Cahit Arf, Erdal İnönü gibi isimler, yalnız Türkiye’nin tanıtımına değil, itibarının da artmasına büyük katkılar yapmışlardır. Bilim, her zaman itibar kazandıran en büyük kültürel etkinliktir. Feza Gürsey’in adı geçtiği zaman zihnime Amerikalı fizikçi Richard Feynman (www.atomevren.com) hücum eder. İkisinin de yazılarını okurken, her satırından bir gıda aldığımı hissederim. Gerçekte bu iki insan iki farklı karakterdir. Feynman, delifişek, put kırıcı, başına buyruk biri iken Gürsey, centilmen, olgun, cana yakın bir insandır. Fakat iş düşünmeye, doğayı anlatmaya geldi mi gözünü budaktan sakınmayan, sözünü esirgemeyen billur insanlar çıkar karşınıza. Bir denklem gibi saf, dupduru bir dalga yayar ikisi de. Bilime yatırım konusundaki şu anlatıma bakın:
“Toplumun teşvik edeceği birkaç temel bilim adamının başarısı, onların şahsi başarısı değil, bu tecessüsü (iç yüzünü araştırmayı) ve uzak görüşlülüğü duyan toplumun başarısı sayılmalıdır. Ay’a iki üç astronot indiği zaman başarı, bu işe emek, para ve irade yatıran milletlerin olacaktır. Onun içindir ki toplum musikiyi, resmi, şiiri lüzumsuz bulduğu anda, o toplumda her fert dâhi bile olsa, sanatkâr yetişmez. Sade kısa vadeli düşünen, dar anlamda ütiliter (faydacı) felsefeye sarılan bir toplumda partikül (parçacık) fizikçisine yer yoktur. Fakat öyle toplumların da yarının ileri teknolojik dünyasında, bilim ve fikir tarihlerinde yeri olmayacaktır.”
Yale Üniversitesi’ndeki kürsüsünü Gibbs, Onsager ve Lamb gibi Nobel ödüllü bilim adamlarıyla paylaşıyordu. Kendi kuşağının bütün parlak bilimcileri gibi o da doğa hakkındaki bilgilerimizin, salt bilim elitine özgü steril bir olgu olmayıp, dünyaya genel bakışımızı etkilediğini ısrarla yinelemiştir. Kuantum elektrodinamiğini yaratan dört öncüden biri olan Freeman Dyson, Gürsey için “normal insanların ancak yıllar sonra önemini kavrayabileceği konularda temel katkılar yapabilen, zamanının çok ilerisinde olan ender insanlardan biridir” demiştir. Normal insanların bile zor anladığı bu harika insanı, üniversitenin evrenselliğini bile kavramamış batıl inançlı kafalar hiçbir zaman anlayamadı. 1989 Mustafa Parlar Bilim ve Onur Ödülü’nü aldığı zaman yaptığı konuşmada, suçunu (!) şöyle anlatmıştır:
“Birincisi, sık sık ve ücretli izinli olarak dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmam ve bu bilimsel alışverişe öğrencilerimi de katmam. İkincisi, Türkiye’mizin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde bir araştırma yaparak gençliğe zararlı bir örnek olmam.”
Daralan nefesinizi açmak için gelin onun konuşmasına odaklanalım.
Feza Gürsey demişti ki (1968):
“Newton ve Maxwell gibi devlerin kurduğu klasik fizik, 19.yy sonuna kadar astronomide veya gündelik hayatımızda karşılaştığımız çoğu doğa olaylarını açıklamaya ve teknoloji sorunlarını çözmeye yeterli geliyordu. Derken, sarsılmaz sanılan klasik fizik yasalarının, bir taraftan yüksek hızlarda, bir taraftan da atomik boyutlarda yetersiz kaldığı bu 20.yy başında ortaya çıktı. Fiziğin bu yeni hız ve uzaklık bölgelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesi artık zorunlu olmuştu. İşte daha derin ve genel olan yeni yasalar modern fizik dediğimiz 20. yy fiziğinin temelini oluşturur. Modern fiziği besleyen iki kaynak görelilik ve kuantum kuramlarıdır. Görelilik, yüksek hızlar dünyasında, kuantum mekaniği ise atomlar dünyasında klasik fiziği tamamlar. Yeni teori özel hal olarak da klasik madde kuramını içine almaktadır.
İnanılmaz derecede duyarlı (hassas) olarak yaptığımız deneyler sayesinde modern fizik yasalarının Güneş sistemi boyutundaki mesafelerden atom, hatta çekirdek boyutlarına kadar, yani 1016 cm ile 10-10cm arasındaki dev bölgede geçerli ve doğru olduğunu biliyoruz. Elbette temel (ana) yasaları bilmek çok karmaşık doğa olaylarını hemen anlaşılır duruma getirmez. Kabul edilen bir teori çerçevesinde kompleks sistemleri inceleyebilmemiz için yeni yaklaşık yöntemlerin, elektronik beyinlerle yapılacak uzun hesapların ve böyle sistemleri ana hatları ile yeniden basitleştirecek nitel (kalitatif) modellerin geliştirilmiş olması gerekir. Fizikçiler, pratik yönden ve başka bilimler bakımından önemli kompleks sistemlere modern fizik yasalarının uygulanmasından da sorumludur. Fiziğin karmaşıklık (giriftlik) sınırındaki bu çeşit konulara örnek olarak katı hal fiziğinin bazı bölümlerini, akışkanlar fiziğini, plazma fiziğini, astrofiziği, hatta fiziğin dışına, kimyaya taşan molekül fiziğini ve en sonunda biyolojik sistemleri sayabiliriz.
Karışık olayları önceden bütün ayrıntısı ile haber verebildikleri ölçüde, fiziğin giriftlik sınırında çalışanlar, modern fiziği doğayı kontrol etmek gayesi ile kullanmasını öğrenmektedirler.
Artık, yüzyılımızın (20.yy) insanları anlamıştır ki, bugünün saf ilmi, yarının uygulamalı ilmi, öbürgünün de teknolojisidir. Örneğin katı hal fiziğinin sonucu olarak transistörlerin nasıl çıktığını ve bunların bilgisayarlar (elektronik beyinler ) vasıtası ile dünyamızı nasıl değiştirdiğini Cavit Erginsoy (1924-1967) geçen sene unutulmaz belagatı ile de güzel anlatmıştı.
Bilinen fiziğin komplekslik sınırından, bilinmeyen fiziğin de kozmolojik sınırından ayrılırsak, son kalan meçhul sınır, bizi çekirdek altı alemine sürüklüyor. Atom çekirdekleri, bildiğimiz gibi proton ve nötron denilen, biri elektrik yüklü, biri yüksüz, iki cins yapıtaşından oluşmaktadır.
Bu çekirdek yapı taşlarını çok büyük hızlarla birbirine çarptırarak çekirdek altı aleminin en küçük mesafelerine inebiliriz. Oradaki hiç beklenmedik manzaraya bir göz atalım: yüksek enerji rejiminde maddenin yapıtaşları tabiat değiştiriyorlar. Proton ve nötron yerine karşımıza başka kütleli, başka dönme momentli, başka elektrik yüklü, hepsi de kısa ömürlü türlü parçacıklar çıkıyor. Kısaca, maddenin, henüz şifresi çözülmemiş binlerce uyarılmış halini gözlüyoruz. Şairin dediği gibi:
Karşımda koca bir kainat yürür gibi– Fazıl Hüsnü Dağlarca
İşte bu evren (kainat) parçacıklar evrenidir ki, ancak dev hızlandırıcı makinelerde enerji kazanan çekirdekleri carpıştırmak ve çıkan madde parçalarını izlemek yoluyla incelenebilir. Bu sebepten fiziğin en yeni dalına çekirdek altı fiziği, yüksek enerji fiziği, yahut ta parçacık fiziği adları veriliyor. Bu bölgede modern fiziğin yasaları geçerli midir, değilse yeni yasalar nedir henüz bilemediğimiz icin parçacıklar alemi fiziğin sınırındadır ve bu alemin taranması belki tabiat ilminin en temel konusudur.
Yüksek Enerji Fiziğine Bir Kuş Bakışı
Bir yeni hızlandırıcının maliyeti birkaç milyar Türk lirası mertebesinde oldukça yüksek enerji tecrübeleri bugun dünyanın pek az sayıdaki merkezlerinde yapılabilmektedir. Çarpışma sonucu elde edilen fotoğrafların incelenmesine ise küçük memleketler de katılmaktadır. Örneğin bizim bir laboratuvarımız halen böyle bir denel çalışmayı yürütebiliyor.
Şimdi de, Avrupa, Rusya ve Amerika’nın büyük laboratuvarlarında çıkan sonuçların değerlendirilmesi ve yeni fizik yasalarının bulunması yolundaki çabalara gelelim. Bu yarışta, kuvvetli üniversitelere sahip olan bir millet şansını deneyebilir. Nitekim, Japonya’dan, Kore’den tutun da Güney Amerika’ya kadar her yerde bilim adamları yüksek enerji fiziğinin kuram kısmına hatırı sayılır katkılarda bulunmuşlardır.
Aşağı yukarı yirmi senelik bir gayret sonunda fiziğin en temel dalında ne gibi sonuçlar elde edildi? İzninizle, birkaçını saymaya çalışalım.
Önce, göreliliğin ve kuantum mekaniğinin otuz milyar elektron voltluk enerjilerde ve 10-24 saniyelik zaman aralıklarında bile hala geçerli olduğu saptandı.
Bu iki ana ilkenin birleşmesinden doğan basit bir yasa da şudur: Her madde türünün bir de antimadde türü bulunur. Bir parçacık ile antiparçacığın kütleleri aynı olup yükleri ters isaretlidir. Laboratuvarlarda bu yasa da doğrulanmış, her yüklü madde parçacığına eş bir de antiparçacık bulunmuştur. Bunlar çarpışınca yok olur, ışığa veya kısa ömürlü bazı parçacıklara dönüşürler.
Temel Kuvvetler
Bugün madde taneleri arasında kuvvetlere dair bilgimiz nedir? Klasik fizikten bildiğimiz bir gravitasyon (yer çekimi) kuvveti var ki son derece zayıf; bir de elektromanyetik kuvvetler var. Bunların ikisi de uzun menzilli, yani uzaktan da olsa etki eden kuvvetler. Parçacık fiziği bize iki çesit kuvvet daha kazandırmış bulunuyor: Onlar kısa erimlidir (menzillidir); yani parçacıklar ancak birbirine çok yaklaşınca etki etmeye başlarlar. Biri beta radyoaktivitesi gibi bozunmalara yol açan zayıf kuvvetlerdir ki, şiddetleri elektrik kuvvetlerinden bir hayli azdır. İkincisi de çekirdeklerin kararlı olmasını sağlayan şiddetli kuvvetlerdir.
Bunlar elektrik kuvvetlere göre yüz ila bin defa daha etkilidir. İşte, yeni bulunan partiküller ne olursa olsunlar aralarında bu dört çeşit kuvvetten başka bir kuvvet henüz keşfedilmiş degil. Neden böyle dört çeşit kuvvet var, bunları bir gün birleştirmek, tek bir kuvvet alanı sentezine varmak mümkün olacak mı bilmiyoruz. Fakat şimdiden bu kuvvet çeşitlerini kullanarak partikülleri ilk bir sınıflandırmaya tabii tutabiliriz. Şiddetli kuvvetlerin etkilediği bütün parçacıklar hadron (yani hafif parçacık) sınıfına sokalım. Leptonların sayısı çok az: En iyi bildiğimiz bir lepton’a örnek olarak elektronu verebiliriz. Bir diğer örnek de çekirdeklerin beta bozunmasında çıkan yüksüz ve kütlesiz nötrino.
Yük Avı Çığırı
Şimdi, sayısı yüzleri bulan, her ay da listeye yenileri giren hadronlara daha yakından bakalım. Bunlar da iki türlü: ağır hadronlar (baryonlar) dediğimiz bazı parçacıklar bozunma sonunda proton ve nötrona dönüşüyorlar. O halde bunlara çekirdek yapı taşlarının kararsız şekilleri gözüyle bakılabilir. İkinci cins hadronlar daha hafif parçacıklara yani elektron ve nötrino gibi leptonlara dönüşüyorlar. Bunlara da mezon diyoruz.
Her iki cins hadronu da belirtmek için kütlelerinden başka spin (yani parçacığın topaç gibi kendi etrafında dönmesini belirten bir büyüklük) ve bir de elektrik yükü gibi sayılar kullanılmaktadır. Fakat bu sayılar yeterli gelmiyor. Örneğin spini ve elektrik yükü aynı olan birçok hadron var. Onları birbirinden nasıl ayıracağız? Bu sorunun yanıtı onbeş sene evvel keşfedildi. Hadronlar icin elektrik yükünden başka, fakat ona çok benzeyen yeni bir yükün varolduğu ortaya çıktı. Fizikçiler bu yüke acayiplik yükü adını taktılar. Hadronlar arasındaki şiddetli tepkimelerde acayiplik de tıpkı elektrik yükü gibi korunur. Bozunma (çözülme) olaylarında ise acayipligin korunması artık doğru değildir.
Acayipliğin keşfi, parçacık fiziğinde yeni bir çığır açtı. Buna “ yük avı çığırı” diyebiliriz. “Çekirdek altı aleminde kısmen korunan daha başka yükler var mıdır?” sorusunu yanıtlamak amacıyla fizikçi avcılar yeni yükler aramaya koyuldular. Bu aramada bir ipucumuz şu: Acayipliği aynı olan mezonları veya ağır hadronları alalım. Bunlar, elektrik yükleri farklı olsa da kütleleri birbirine yakın, hassaları da benzeşen aileler oluştuyorlar. Tersine, kütleleri ve hassaları itibari ile birbirinden çok farklı olmayan daha geniş parçacık aileleri tanımlayabilirsek, o aile fertlerinin ortak olarak paylaştıkları yeni bir yükün varlığını da tahmin edebiliriz. İşte ailelerin fert sayısını hesaplamak, olası yük çeşitlerini bulmak gibi sorunlarda matematiğin grup teorisi denilen dalı fizikçilere yardımcı oluyor. Örneğin, elektrik ve acayiplik yüklerinin bir üçlü düzen icinde birleştikleri ve bu düzeni tasvir eden üçlü grubun sekizli ve onlu hadron ailelerine götürdüğü bin dokuzyüz atmış sıralarında keşfedildi.
Bu keşfin önemini kimyadan bir örnekle anlatalım. Bir yüzyıl önce maddenin yapı taşları olarak kimyasal elementler biliniyordu. Bazı elementlerin benzer özellikleri olduğu görüldü. Bu özelliği sistematik sekilde meydana çıkarmak isteyen Rus bilgini Mendeleev, elementleri sekizlik periyotlar halinde sıralamayı başardı. Cetvelin boş kalan kutuları zamanla yeni elementlerin keşfiyle doldu. Periyodikliğin açıklaması ise, ancak atom kuramı yerleştikten sonra yapılabildi.
Şimdi maddenin yapıtaşları olarak elementleri değil, elementer parçacıkları görüyoruz. Bin dokuzyuz atmışdan beri de şiddetli kuvvetlerin etkisindeki parçacıkları yeni bir cins Mendeleev cetvelinde sekizli ve onlu ailelere yerleştirebiliyoruz. Bu ailelerdeki boşluklar, gene deney ile tamamlandı. Eskiden iki kardeş sandığımız proton ve nötron, artık biliyoruz ki, sekizli bir ailenin sadece en kararlı üyeleridir. Birçok bakımdan her sekiz parçacık da benzer şekilde davranır. Matematik dili ile aralarında bir simetri mevcuttur. Tıpkı aynadaki yüzümüzle kendi yüzümüz arasındaki simetri gibi. Ama daha evvel gördük ki, hadron ailelerini birer soyadı gibi belirten yükler zamanla tam olarak korunmadıkları için simetriler de kusursuz değil. Sanki kusurlu bir aynada hayalimizin bizden biraz başka oluşu gibi. Ayrıca, on sene evvelki önemli bir gelişme parite’nin, yani sağ sol simetrisinin, şiddetli ve elektromanyetik kuvvetlerde geçerli olduğu halde zayıf kuvvetlerde bozulduğunu ortaya koydu.
Simdi fizikçiler de şairler gibi merakla soruyorlar:
“Kim kırdı bu aynaları?”-Ümit Yaşar
Simetrilerin kırılmasındaki esrarın yanısıra anlamadığımız bir nokta daha var. Doğada ortaya çıkan üçlü düzenin gayet basit bir açıklamasını verebiliriz. Farzedelim ki, gözlediğimiz yüzlerce hadron aslında sadece üç yapı taşından ve onların karşıtparçacıklarından oluşmuştur. Tıpkı çekirdeklerin proton ve nötrondan yapıldığı gibi. O zaman hadronların neden sekizli, onlu aileler oluşturduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Çekirdek altı aleminin elektrik ve acayiplik yükleri farklı bu gizemli (esrarlı) üç unsuruna fizikçiler kuark diye alaylı bir isim taktılar. Fakat bütün gayretlere rağmen ne doğada, ne de laboratuvarda kuarklar bulunamadı. Kuarklar bir taraftan var gibi, bir taraftan da yok gibi. Onlar sadece birer matematik koordinat mıdır, yoksa yeni bir cins gerçek parçacıklara mı karşı gelirler, yanıtı hala bekliyoruz.
Bilmecenin (muammanın) çözülmesini bekleye duralım, şimdiden kuark kavramını kullanmamıza kimse engel olamaz. Kuarkların spini protonlar gibi olması gerektiğinden her biri ancak iki spin durumu alabilir. Bir durumda dönme momentleri verilen bir doğrultudadır. İkinci durumda da aksi yöndedir. O halde üç kuarkın topu topu altı mümkün durumu vardır. Farzedelim ki bu altı durum arasında bir simetri var. Örneğin çekirdek kuvvetleri ilk takribiyette elektrik ve acayiplik yüklerine veya spin doğrultusuna bağlı olmasın. O zaman, çekirdek alti aleminde hipotez olarak bir altili duzen bulunmasi ihtimalini düşünebiliriz.
Bu düzen içinde sekizli onlu aileler birleşip daha büyük sayıda parçacık aileleri oluşturabilir. Gerçekten de üçlü düzenin bu genelleşmis şekli sayesinde hadronların birçok özelliklerini anlamak ve onları yeni aileler halinde toplamak mümkün görülmüştür. Kısaca yüksek enerji fiziginin Mendeleev cetveli genişletilmistir. İşte Türk araştırıcılarının katkısı daha çok yük simetrileri ile spin gibi geometrik simetrilerin birleştirilmesi yolunda olmuştur.
Simetri meseleleriyle Türk fizikçileri neden ilgilendi? Bu bilimsel bir sual değil, ama gene de insanın aklına takılıyor. Mimarimizde, halı, çini tezyinatimizda (süslerimizde), nakışlarımızda simetrilerin öteden beri oynadığı rol, acaba Türklere bilimde de bir kişilik verebilir mi? Kimbilir!.
Parçacık Fiziğinin Bilimde ve Toplumda Yeri
“Yeni temel fizik kanunlarının aranması yolundaki bazı gelişmeleri, bilhassa simetriler ile ilgili olan neticeleri kısaca gözden geçirdik. Dünyanın sayılı lâboratuarlarında yapılan büyük çapta tecrübeler bu temel bilim yarışını halen beslemekte devam ediyor. Uzay yarışını gazetelerden her gün izliyoruz. Yüksek enerji fiziği yarışı da hemen hemen aynı derecede pahalı ve heyecanlı olduğu halde basına pek aksetmiyor. Öyleyse, halk efkârını fazla ilgilendirmeyen, şu anda endüstri ile de bir bağı olmayan çok masraflı bir teşebbüsü milletler neden teşvik ederler?
Türkiye bu yarışla neden ilgilensin? Bu suallere birkaç yönden cevap vermeğe çalışalım.
İlk önce, tatbikat imkânlarını ele alalım. Artık asırların verdiği tecrübe ile biliyoruz ki, fizikte esas kanunlar bulunur bulunmaz uygulamalı fiziğe, ordan da teknolojiye geçiş yolu açıktır. Yüksek enerji fiziğinde temel kanunları hâlâ aradığımıza göre, onları yakın bir gelecekte uygulamak bahis konusu olamaz. O halde “partikül fiziği faydasız” deyip geçelim mi? Böyle bir acele yargı vermeğe hakkımız yok. Çünkü bir ilim dalının temellik derecesi ile tatbikat zamanı ters orantılıdır. Partikül fiziğinin teknolojide yerini ne zaman alacağını, ne biçim tatbikatlara yol açacağını bugünden kimse kestiremez. Asrın başında atom fiziğinden lazerlerin, çekirdek fiziğinden nükleer bomba ve reaktörlerin doğacağını kim düşünebilirdi? Çekirdek fiziğinin babası koca Rutherford bile ilk nükleer reaktörün işlemesinden beş sene evvel, çekirdek fiziğinin tahmini mümkün bir gelecekte herhangi bir pratik tatbikatı olmayacağını söylemişti. İlim bâbında en kötü falcılar ilim adamlarıdır. Gene de şahsi bir tahminimi ortaya atayım: Antimaddenin yok oluşundan açığa çıkan müthiş enerjileri kullanacak yeni tip super reaktörler yapmak ilerde mümkün olabilir. Her halde şüphemiz olmasın ki bugünden yüksek enerji fiziğinde üstün olanlar, yarın, hayalimizin dahi almadığı teknolojik gelişmelerle yer yüzünü değiştireceklerdir.
Uzun vadeli teknolojik gelişmeler bir yana, böyle temel bir konudan daha kısa vadeli ne gibi faydalar beklenebilir? Her şeyden önce partikül fiziği başka fizik kollarını etkileyecektir.
Bunların başında astronomi ve kozmoloji geliyor. En küçükler âleminde bulduğumuz neticelerin en büyükler âleminde enerji kaynaklarını, dengelerini ve yıldızların, galaksilerin doğuş, yaşayış ve ölümlerini aydınlatacağı muhakkaktır. Şimdiden kâinatta nötrinoların önemli rol oynadığı biliniyor, antimaddenin de demin bahsi geçen kuasarlar gibi esrarlı olaylarla bir ilgisi olabileceği tahmin ediliyor.
Partikül fiziğinin etkisi altında kalacak ikinci konu çekirdek fiziğidir. Yakında, partiküller yardımıyla çekirdek kuvvetlerinin anlaşılıp bu konunun sağlam bir temel üzerine oturtulmasına muhakkak
nazarı ile bakılıyor.Nihayet başka önemli etki de matematiğe olabilir. Nasıl mekaniğin doğru ve kesin ifadesi Newton’u differansiyel hesabı yaratmağa zorladıysa, partikül fiziğinin tam teorisi de matematiğin yenikollarının gelişmesine hatta doğmasına yol açabilir.
Bir temel bilim konusu, komşu bilim dallarından başka ne çeşit insane faaliyetlerine yardımcı olabilir? Belki temel bilimin en büyük rolü, insanın düşünce tarzını değiştirmesidir. Çağdaş fizikte rölativite prensibi, belirsizlik prensibi, bir teorinin yalnız gözlenebilir büyüklüklere dayanması prensibi gibi genel ve derin tabiat prensipleri felsefeye, hatta gündelik düşünce tarzımıza bile girmiş bulunuyor.
Partikül fiziğinde de, bizi hiç alışılmamış düşünce tarzlarına götürecek yeni kavramlar doğmaktadır. Onlardan dünya görüşümüzü, hatta mantığımızı etkileyecek yeni derin prensipler çıkacağına şüphe etmiyorum. Fizikçi, mantığını tabiata zorlamağa çalışmaz, düşünce tarzını tabiattan öğrendiği hakikatlere göre ayarlar; tabiatın hocalığını kabul ederek ondan mantığını şekillendirmesini ve yontmasını ister. Bütün bunlardan başka unutmayalım ki, partikül fiziğinin büyük ölçüde bir sosyal ve kültürel macera tarafı da var. O da insanlığı, maddenin iki bin senedir aranan sırrına yaklaştıracak tek konu olması. Tabiatın bu çözülmemiş meselesi tırmanılmamış bir dağ, ayak basılmamış bir kutup veya el değmemiş bir planet gibi yerinde durdukça, fikir fâtihlerini üstüne çekmeğe devam edecektir.
Temel Bilim ve Türkiye
Yirminci asrın bu büyük tecrübe ve fikir macerası karşısında Türkiye ne yapabilir? Fakir milletimizden dev lâboratuarların inşasına katılması beklenemez. Fakat toplumumuz fikrî tecessüse, yaratıcılığa,
tabiat meselelerinin çözümüne değer veriyorsa, yeni düşünce tarzlarına katkıda bulunmak, yarının akıllar durduracak teknolojisine bugünden yatırım yapmak istiyorsa, yüksek enerji fiziği gibi temel bilim faaliyetlerini teşvike devam etmelidir. Halen genç kuşaktan Ankara’da ve İstanbul’da bu konu ile ilgili ancak bir düzine kadar fizikçimiz var. İkisi tecrübeci, kalanı teori ile uğraşıyor. Onların ve onların
yetiştireceği gençlerin sayesinde büyük merkezlerde yapılan tecrübelere gücümüzün yettiği kadar katılabilir, yeni kanunları bulma yarışına parasız girer, belki de önemli bir katkıda bulunabiliriz.
Sade konserve balık ve meyve suyu, yahut naylon ve çelik üretimini değil, orijinal fikir ve sağlam bilgi üretimini de arttırabiliriz.
Temel bilim faaliyetleri ile ilgili olarak şu anda elimizde tuttuğumuz büyük imkâna dikkatinizi çekmek isterim. Temel bilim, uygulamalı bilimin ve teknolojinin aksine herkese açıktır. Temel bilimde sır yoktur. Tersine, bu konuda çalışan bilim adamları arasında, milletleri, siyasi inançları ne olursa olsun tam bir dayanışma vardır. Gençlerimiz bu dayanışmadan faydalanarak milleti yarınki teknolojiye hazırlayabilirler. Yüksek enerji fiziğinde meselâ Hindistan’da yapılan bir keşif, telgraf, mektup, hatta uçağına atlayan haberci fizikçiler vasıtası ile ertesi günü Japonya, Rusya, Avrupa veya Amerika’ya ulaştırılır. Yardım isteyen her grup dört bir taraftan yardım görür. Uluslararası kongrelerde seminerlerde genç ilim adamları tanışır, dostane bir rekabet havası içinde birbirleri ile fikir ve netice teati ederler. Yarın yüksek enerji fiziği de nükleer bombalar ve uzay araçları gibi uygulamalı safhaya girince etrafına gizlilik perdeleri inecek ve bu konuyu işleyenlere her türlü yardım kesilecektir. O zaman istesek de yarışa giremeyiz. Yeni teknolojiyi memleketimize küçük mikyasta bile sokmağa kalksak malzeme, âlet ve montaj masraflarımızdan başka, plânlama, işletme ve geliştirme için lüzumlu bilgiyi, belimizi bükecek meblağlar ödemek pahasına satın almak mecburiyetinde kalırız. Halbuki temel konuları bugünden öğrenirsek, yarın kapalı duvarlar içinde bile kendi uygulamalarımızı kendimiz yürütebiliriz. Son olarak bir noktayı daha belirtmek istiyorum. Toplumun teşvik edeceği birkaç temel bilim adamının başarısı, onların şahsi başarısı değil, bu tecessüsü ve uzak görüşlülüğü duyan toplumun başarısı sayılmalıdır. Aya iki üç astronot indiği zaman başarı, bu işe emek, para ve irade yatıran milletlerin olacaktır. Onun içindir ki toplum musikiyi, resmi, şiiri lüzumsuz bulduğu anda, o toplumda her fert dâhi bile olsa, sanatkâr yetişmez. Sade kısa vadeli düşünen, dar anlamda ütiliter felsefeye sarılan bir toplumda partikül fizikçisine yer yoktur. Fakat öyle toplumların da yarının ileri teknolojik dünyasında, bilim ve fikir tarihlerinde yeri olmayacaktır. İnsan, toplumun bir parçasıdır. Ama unutmayalım ki, toplum da tabiat içinde yerini alır. O yüzden temel bilim, tabiata dönüktür. Toplum temel bilime dönük olduğu nispette bilim de insanlara uygulamalı meyvelerini bırakır. Temel bilimi unutan medeniyetler sonunda teknoloji kıtlığından ve fikir yoksunluğundan kurtulamazlar.
Her türlü faydalarını ve önemini bir kalemde silsek bile yüksek enerji fiziği gibi bir konunun son bir özü kalıyor geriye: O da güzelliği. Bir taraftan temel bilim derin bir gerçeği aksettirdiği için güzel. Bir taraftan da lojik yapısı ve sadeliği bakımından güzel. Macera açısından bakılırsa, sürprizli yollardan beklenmedik netice ve kavramlara sürüklediği araştırıcılara heyecan dolu anlar yaşattığı için güzel. Böyle yaratıcı ve gerçek bir güzelliğin ne zararı olabilir? Bir avuç insan, eski dervişler misâli, tabiatın sırlarını dolaşır dururlar. Şair Muhyiddin Abdal’ın dediği gibi
“Muhyiddinem dervişem
Hak yoluna girmişem
On sekiz bin âlemi
Bir zerrede görmişem.”
(Konuşmanın tam metni, TÜBİTAK-Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran 1992 (Sayı:295) sayısında yer almıştır.)
Türkiye’nin CERN’e üyeliği, şimdi hayatta olmayan Cahit Arf, Feza Gürsey, Asım Barut, Erdal İnönü ve Engin Arık (30 Kasım 2007’de Isparta yakınlarındaki uçak kazasında ölen fizikçimiz) gibi uluslarası pırlantalarımızın da candan gönülden istediği bir projeydi. CERN’e üye olmak bilimde birinci lige doğru yürümemizi kolaylaştıracaktır. Feza Gürsey, temel bilimlere yatırım yapmamız gerektiğini vurgularken “gelecek, bu işe para ve irade yatıran milletlerin olacaktır” demişti. Bilim adamlarımızı dinlemeli ve önerilerini hayata geçirmeliyiz.
Avusturalyalı fizikçi Marcus L. E. Oliphant’ın (1901-2000) şu özlü değerlendirmesi ne kadar da yerinde:
“ Bir kez unutulmaması gereken nokta şudur: Böyle bir dünyada hiçbir ulus, bilimin en geniş ölçüde ve son derece yoğun bir biçimde savunma, endüstri ve sağlık sorunlarının çözümüne uygulamasını sağlamadığı sürece ön sırada yer alamaz…. Bilimsel gelişmeler, dünyaya bakışımızı ve entelektüel tutumumuzu tümüyle değiştirmiştir. Artan bilgimizle insanın evrendeki yeri gerçekten yücelmiştir. Bilimin kültürel yaşamımızı biçimleyen en güçlü etken olduğu tartışma konusu olmaktan çıkmıştır artık. ”
Hazırlayan:Ramazan Karakale
atomevren.comRK
Yorum Ekle